31 Ekim 2012 Çarşamba

Issız Ada Radyosu Arşivi (Ekim 2012)

Sitcom Neighbor - Charm
Yıl: 2012 ABD
Tür: Indie Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "One More Time"

Dordeduh - Dar De Duh
Yıl: 2012 Romaya
Tür: Atmospheric Black Metal, Progressive Metal
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Pândarul"


Crack The Sky - Ostrich
Yıl: 2012 ABD
Tür: Progressive Rock, Funk Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "King of the Rodeo"

Robert and The Roboters - Caniche Royal
Yıl: 2005 Almanya
Tür: Surf Rock, Twist
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Ladykiller"

Bruce Springsteen - Magic
Yıl: 2007 ABD
Tür: Pop/Rock, Singer/Songwriter, Folk Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Radio Nowhere"

Naïve - The End
Yıl: 2009 Fransa
Tür: Progressive Metal, Alternative Metal
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: "Your Own Princess"


K'naan - Country, God or The Girl
Yıl: 2012 Somali/Kanada
Tür: Pop Rap, Hip Hop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Better"

Warlock - Triumph and Agony
Yıl: 1987 Almanya
Tür: Hard Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "I Rule the Ruins"


Mr. 3000 OST
Yıl: 2004 ABD
Tür: Soul, Funk
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: Kool & The Gang - "Jungle Boogie"


The Birthday Massacre - Walking With Strangers
Yıl: 2007 Kanada
Tür: Synth Pop, Industrial Rock, Gothic Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Red Stars"


Loreen - Heal
Yıl: 2012 İsveç
Tür: Dance-Pop
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Crying Out Your Name"

Sinkane - Mars
Yıl: 2012 ABD
Tür: Electronic, Indie Pop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Making Time"



Tiamat - The Scarred People
Yıl: 2012 İsveç
Tür: Gothic Metal, Death Doom Metal
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Winter Dawn"

GusGus - 15 ára
Yıl: 2010 İzlanda
Tür: Trip Hop, House, Electronic
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Barry"

Jai Uttal - Footprints
Yıl: 1991 ABD
Tür: World, Folk, Electronic
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Footprints"



Yasemin Mori - Deli Bando
Yıl: 2012 Türkiye
Tür: Indie Pop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Dünya"


Jim Lauderdale - Caroline Moonrise
Yıl: 2012 ABD
Tür: Country Rock, Bluegrass
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Iodine"

The Raconteurs - Consolers of the Lonely
Yıl: 2008 ABD
Tür: Alternative Rock, Garage Rock, Blues Rock, Indie Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Attention"

Skye Edwards - Back to Now
Yıl: 2012 İngiltere
Tür: Pop Soul, Trip Hop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Troubled Heart"


Black Country Communion - Afterglow
Yıl: 2012 ABD
Tür: Hard Rock, Blues Rock
"F" Rate: 10/10
I.A.R. tavsiyesi: "This Is Your Time"

28 Ekim 2012 Pazar

Théodore, Paul & Gabriel - Please Her Please Him


Clémence Gabriel (vokal, gitar), Pauline Thomson (gitar) ve Théodora De Lilez (bas) üçlüsünden oluşan Théodore, Paul & Gabriel, ufak tefek isim/soy isim değişiklikleriyle üstesinden geldikleri grup adı mevzusunu fazla uzatmadan direk indie folk pop olarak adını koyabileceğimiz tarzıyla kendisinden söz ettiriyor. Gerçi kendisinden öyle manşet manşet söz edilmiyor ama özellikle indie mecralarda Fransız olduklarına dair hiçbir tahmin yürütülemeyecek derecede Amerikan indie yollarına takılıyorlar aslında. Üstelik bu Amerikan indie yollarına hiç de Fransız kalmadıklarını gösterircesine, hatta "ben Amerikanım" diyen nice gruba nal toplatabilecek ölçüde oturaklı şarkılar yapıyorlar. Amerikan olmanın marifet sayıldığı yanlış anlamasına fırsat vermeden, sadece chanson kültüründen bağımsız bir rota izleğinde daha olgun bir indie pop/folk icrasında bulundukları tespiti yapabiliriz. 2011'de The Silent Veil isimli EP'lerinin ardından 2012 Eylül sonlarına doğru ilk uzun metraj albümleri Please Her Please Him ile hem dolu, hem de boş takılan kalplere indie damarından girmeye çalışan 13 şarkı servis ediyorlar.

Daha birinci dinleyişte Bad Mood, My Home ve Taxi Driver şeklinde ilk üçümü belirleyebildiğim albüm, özetle bu üç güzel şarkının yaydığı elektriği kimi zaman diğerlerine ikinci el olarak geçirebildiği, kimi zaman da fazla iletemediği şarkılardan derlenmiş gibi durmakta. Would You Mind, The Silent Veil ve Mystical Melodies üçlüsü de geri hizmette iyi işler çıkarıyorlar. Fakat birkaç şarkıyla Amerikan indie folk bayıklığına ufak çapta ayak uydurmuyorlar da değil. Bunu da o folk özünü haddinden fazla özümsemiş olmanın doğal getirisi olarak görebiliriz. En azından o koyu folk özümseyişinin Amerikan indie folk camiasında yankı bulacağını tahmin etmek zor değil. Clémence Gabriel'in çok sevdiğim Neko Case'i sıkça andıran duru vokalinin yarattığı tanıdıklık duygusu da artı olarak eklenince geleceği parlak bir grubun ilk şarkılarının tadı bir başka keyifle dinleniyor. Öyle uçup kaçmıyor ama durduğu yerde bir his yaratmasını iyi biliyor. Sevdiğine, sevildiğine, üzdüğüne, üzüldüğüne ikna edebiliyor. Nasıl duyduğunuza bağlı.

1. My Home
2. Mystical Melodies
3. Bad Mood
4. The Silent Veil
5. Chasing The Sea
6. I'm Gone
7. Taxi Driver
8. Slow Sunday
9. Would You Mind
10. My Friend
11. Winter
12. Writing Songs
13. Second Time

24 Ekim 2012 Çarşamba

Naïve - Illuminatis


Naïve, Mox (davul, programming), Jouch (gitar, vokal, programming), Rico (bas) üçlüsünden oluşan Toulouse/Fransa çıkışlı şahane bir progressive metal grubu. Hani şu "zamanın behrinde bir albümlerini dinleyip mest olmuştum, fakat devamı gelmeden kalabalıkta yitip gitmişti" türü gruplarımız vardır ya, işte benim için onlardan biri. O albüm 2009 tarihli The End albümüydü. İlk albüm için ilginç olduğu kadar orijinal bir isim. 2012'de Illuminatis çıkınca o albümün sonun başlangıcı olduğuna dair hisler kuvvetleniyor. Illuminatis, sanki çok tutmuş bir filmin devamı gibi görünse de, tıpkı The End'deki yedi şarkıya bir yedi şarkı daha ekleyen, olağanüstü atmosferinden bir gram bile eksik ya da fazla olmayan bir progressive epiği. Bunlara "şarkı" demem de ayıp aslında. En kısası 6, en uzunu 13 dakika olan bu yedi olayın gerek kağıt üzerindeki tasarımı, gerekse uygulanışı sanki gerçek bir mühendislik dehası gibi geldi bana.

Yukarıda parantez içinde değindiğim "programming" hadisesinde gerçekten aşmış olduğunu düşündüğüm Naïve, (onları birkaç yıl önce dinleyip karambole gelmiş ilk albümlerinde sağlıklı değerlendiremeyişimin geç kalmışlığıyla) belki de Kanadalı Rush efsanesinden beri duyduğum en kaliteli progressive rock triosu. Gerçi Rush'ın çiğ soundu yanında biraz fazla teknik kalsalar (ve bu karşılaştırma da büyük ölçüde "trio"luktan kaynaklansa) da, yakaladıkları ruh bütünlüğü henüz iki albümlük bir grubun bu kadar yetkin oluşuna hayranlık yaratmadan duramıyor. İki albümde dizayn ettikleri toplam 14 eserle benim gözümde bu türün bir otoritesi olmaları artık kaçınılmaz. Bu kaçınılmaza teslim olmak ise özellikle progressive kavramına yakın duran dinleyiciler için hakiki deneyimler barındırmakta. Kendilerinden aldığım gazla daha ne şekilde onları övebileceğimi bilemiyorum. "Erken Başyapıt" tanımı gayet uygun sanırım.


Onları benim açımdan bu kadar yücelten unsurları açıklamaya gayret edeyim. Bir progressive rock/metal grupta bulunması gereken yegane unsur olan "şarkı içinde şarkı, şarkı içinde arayış, şarkı içinde sanat" kabiliyeteine tam manasıyla muktedir bir oluşum Naïve... Şarkıları anlatılmaz, yaşanır türden. Zaten herhangi birini anlatmaya kalksanız sonrasında hep başka yerlere gitmeye başlayacağınız için, en iyisi hiç onları anlatmaya yeltenmemek. Zira hepsi o alışık olduğumuz progressive mantalitenin gereği tek bir yolun yolcusu değiller. Kendi içlerinde sürekli evrim geçiriyorlar. Örneğin 13 dakikalık Luna Militis bittiğinde sanki dört sıkı şarkı birden dinlemiş gibi, dört sıkı kısa film izlemiş gibi oluyor insan (ben!). Üstelik adamlar tutup dört ya da beş bölüme ayırmamışlar şarkıyı. Herkes kendi kafasında 3-4-5 bölüme ayırabilir ya da tek vücut görebilir. Ama bildiğin Luna Militis demişler adına. Kıvrak alternative rock rifflerinden death vokallere, endüstriyel hamlelerden gotik bileşenlere ne ararsanız var. Bazen trash punk, bazen melodik death, bazen synth rock, bazen etnik rock... Ama hep bir bütün, hep bir istikrar, hep bir ahenk içinde. Üstelik baştan sona hep hareket halinde bir bilinç akışı söz konusu.

Illuminatis albümü 2012'ye verilmiş en güzel armağanlardan biri. Gönlümden geçen, yine yedi şarkılık bir üçüncü Naïve albümünden sonra olası üçlemenin tamamlanıp grubun dağılması. Olmadı başka bir isimle, başka bir başlangıç yapması. Çünkü Naïve, sanki belli bir misyonu olan ve onu tamamlamasına son bir albüm kalmış gibi duran yapıda adeta. Tabii üçün beşin hesabını yapmadan yoluna nice albümlerle devam edebilir gelecekte. Hiç kimse de şikayet etmez bundan. Ama bu saatten sonra şu iki destansı albümün büyüsünü bozmaya kendilerinin bile gücü yetmez gibi geliyor bana. Yine de bir üçüncüsüne (ve sonuncusuna) hayır diyecek olanın alnı en az beş karış tutar sanırım.

1. Transoceanic
2. Belly
3. Focus
4. Luna Militis
5. Circles
6. The Ropes
7. Illuminatis

22 Ekim 2012 Pazartesi

The Dirty Pearls - Whether You Like It or Not


Eskileri hortlatmanın moda haline geldiği günleri yaşamaya devam ediyoruz. Gerçi hiçbir dönem moda olmadı. İhtiyaçtan hep vardı bu tutum. Bunun altından kalkmayı başaranlar olduğu kadar, altından kalkamadığı gibi, üstünden silindir geçmişçesine madara olanlara da sıkça rastlıyoruz. Bir kere herşeyden önce bu trende uyma amacını belli etmeli insan. Sırf hali hazırda uzamış saçları heba olmasın diye bu müziğin yılmaz bekçisi gibi davranan tipitiplerin özellikle 80'lerin hatun kaldırma potansiyellerinden nemalanma amacı, zaten geçmişte yapacağını yapmış hard rock'ın geleceğine fayda getirmez. (Hard rock'ın bir geleceği olmalı mıdır, o da ayrı mesele!). Esas mesele, bu türe gerçekten gönül vermiş ve hard rock biçimde çalmaktan-söylemekten-giyinmekten zevk aldığını hissettirmiş gençlerin hala şevkle bu işe dair örnekler sunmayı samimice istemeleri. Ama samimice. Eskiye öykünenler arasında hard rock'a gönül verenlerin sayısı biraz daha fazla olduğu için bu türü örnek gösterdim. Kendileri daha kısa pantolonla yağ satarım, bal satarım oynarken bu müziğe cayır cayır ter akıtan büyüklerinin izinden gitmeye yeltenen yeni yetme grupların bana göre en mühim hatası da belli bir samimiyet duygusundan yoksun oluşları zaten.

Sahiden birşeylere hard açıdan başlamak, ama içten başlamak istediklerine (en azından çalıp söyleme yönünden) inandığım gruplardan biri olan beş kişilik The Dirty Pearls, 2006'da kurulmuş, The Dirty Pearls (2007) ve Volume 2 (2008) adında iki EP çıkarmış olmalarına rağmen, uzun metraj albüm çıkarmaya ancak 2012'de fırsat bulmuş bir grup. Belki bunun sebebi o zamandan bu zamana Kiss, Bret Michaels, Scott Weiland, Jet, New York Dolls gibi isimlerin konserlerinde ortamı hararetlendirme görevi üstlenmeleridir. Zira ilk albümleri Whether You Like It or Not'ın geneline büyük oranda yansıyan canlı müzik karakterleri, bu konserlerde edindikleri tecrübenin bir yansıması. Bu gençlere yansıyan bir başka önemli nokta da, New York dolaylarından olmalarına rağmen bana sıklıkla Britpop gelmeleri ki, bu hiç de rahatsız olmadığım bir durum. Genelde artık 80'lerde kalması daha güzel olan L.A. güdümlü hard rock'tan 2012 plakalı gruplar dinlemek beni epey daraltıyor.

İlk duyuşta kendime göre geçerli sebeplerden dolayı hemen İngiliz yaftası yapıştırabileceğim Whether You Like It Or Not, Static, Sucker For A Sequel, Mayday gibi şarkılarını beğendiğim The Dirty Pearls, sound ve performans yönünden sağlam durmasına rağmen, daha tam olmamış ama olmasına ramak kalmış bir görünüm sergiliyor. Sahnelerinin iyi olduğunu albümlerinde de kanıtlamışlar. Sadece şarkı yazmada ve bu yazımları albüme aktarmada biraz daha çalışmaları gerekebilir. Şayet britpop görünümlü birer New Yorker olarak yollarına devam etmek istiyorlarsa kendilerinden beklentiler, o uyuz 80'ler hard rock hortlatıcıları tarafından çekilmez hale getirilmeye devam edilen 2012 hard rock'ına ayar verecek düzeyde artabilir. En azından ben kendi adıma beklerim. Zira sözünü ettiğim yeni yetmelerce yapılan o kadar albümde kırıntısı bile olmayan potansiyel bunlarda var. Sahip olunanların bir potansiyel yaratması çok önemli. Hiçbirşey yapamıyorsan bile onu yarat yeter.

1. Whether You Like It or Not
2. Who's Coming Back To Who
3. Caffeine and Gasoline
4. Static
5. Love Sick Love
6. You Got Me Where You Want Me
7. Bring on the Night
8. Sucker For A Sequel
9. Mayday
10. New York City Is A Drug

16 Ekim 2012 Salı

The Birthday Massacre - Hide and Seek


1999 Kanada menşeli The Birthday Massacre, başlarda Imagica adıyla ortaya çıkmış, fakat daha sonra bu son adında karar kılmış bir grup. Chibi (vokal), Rhim (davul), Aslan (bas), O-en (keyboard), Rainbow (ritim gitar, programming), Falcore (lead gitar) gibi nickname sahibi müzisyenlerden kurulu The Birthday Massacre, endüstriyel rock ile synth pop'un tek gecelik ilişkisi olarak başlayıp, daha kalıcı bir beraberliğe dönüşen synth rock şeklinde tanımlayabileceğimiz müziklerini istikrarla günümüze taşımış bulunuyorlar. Bazıları için bu istikrar "bu şarkıların hepsi birbirine benziyor" biçiminde yorumlansa da, işin istikrar olduğu dikkatli kulaklardan kaçmayacaktır diye düşünüyorum. Bir kere gothic rock denen hadiseye olan saygım, bu tür bünyesinde yaratılan atmosfere The Birthday Massacre benzeri grupların sağladığı pozitif katkılardan kaynaklanmakta. Gothic rock ise her ne kadar bu atmosferin dışında fazla seyretmediği için "birbirinin benzeri" şarkıları kulağa şırıngalıyor gözükse de, gizem unsuru basit mainstream kırıntılarını bile belli bir hizaya sokabiliyor.

Ekim başında çıkan Hide and Seek, grubun beşinci stüdyo albümü. Gerek vitrinleri, gerekse yaptıkları müziğin kaba çıkarımları sonucu yer yer ergen posteri olmakla itham edilseler de, bu beş albümlük CV'de kendi çıtalarını iyi bir seviyeye yükseltip, uzun süre orada tutabilmiş bir karakter gördüm. Özellikle Walking With Strangers (2007) ve Pins and Needles (2010) albümleri benim gözümde kendi zirvelerini yakalamış bir grup izlenimi yarattı. Hide and Seek'in yeri ise bu albümlerin üzerinde değil ama olsa olsa aynı seviyededir. Adını verdiğim son iki albümle birlikte kesintisiz üçü birarada yaptığınız vakit inceden bir Evanescence yavanlığı hissedilmiyor değil. (Evanescence yavanlığı dediğimiz şey de herkesin yavanlık olarak görmeyeceği bir durum olabilir tabii). Bunu yavanlık olarak algılayanlar için telaşa mahal olmadığı kanaatindeyim. Zira peşpeşe üç The Birthday Massacre albümü dinlemek, tavsiye edeceğim bir davranış biçimi değil.


Bu yüzden Hide and Seek'i mümkünse grubun diğer albümlerinden uzakta, mümkünse gece loş ışıkta, hafif çakır vaziyette test etmek, onun gerçek tadını almakta faydalı olacaktır. Hani şahsen özellikle öyle bir ortam hazırlamadım kendileri için. Öyle denk geldi. Önceki albümlerinden edindiğim tecrübeler, yeni albümdekilerle birleşince aslında hep aynı biçimde kesilmiş gibi görünen, fakat birleştirildiğinde farklı şekiller ortaya çıkaran puzzle parçalarına benzettim şarkılarını. Mesela benzerini çok duyduğumuz, lakin bir şekilde sentetik rock alemlerinin karizmatik enstantanelerini video klip estetiğinde gözlerde canlandırma potansiyeline sahip Play With Fire... Mesela ılıman bir synth pop gibi başlayıp birden nu metal atarlanmasına dönüşen, sonra nakaratıyla dengeyi sağlayan Down... Mesela terli, yorgun ama mutlu yaz gecelerinin tempolu new wave huzurunu taşıyan Calling... Mesela ekstra enstrüman takviyesi yapmadan, tür sapması yaşamadan kendi bileşenleriyle müthiş bir senfonik rock ambiyansı kuran ve kanımca aynı ada sahip alternative metal grubunun dört albüm dolusu şarkıyla semtine bile uğrayamadığı gotik/senfonik rock tutkusunu kendine gökyüzü haline getiren In This Moment...

İsmini vermek istemeyen 1-2 vasat ya da az üstü şarkının varlığına, hiç tutmadığım o anime/emo imajlarına ve geçmişini de hesaba katarak bazı şarkılarda başvurdukları şablonsal kolaya kaçışlara rağmen, son üç albümde yükselen kalitelerini ve Chibi'nin kimi zaman parfüm, kimi zaman sabun kokulu vokalini takdir etmemek, özellikle bu türe sempati besleyenler için zor gibi geliyor bana. Endüstrinin yol açtığı yalnızlaşmanın müzikal yansımasılarından biri olarak gotik rock'ı, poz meraklısı emolara bunalım modası şeklinde pazarlama kurnazlığı taşımayan The Birthday Massacre, enerjisini ve hüznünü tecrübesiyle şekillendirmiş başarılı bir Kanadalı. Başarılarının devamını diler, albüme kaldığımız yerden devam ederiz.

1. Leaving Tonight
2. Play With Fire
3. Down
4. Need
5. Calling
6. Alibis
7. One Promise
8. In This Moment
9. Cover My Eyes
10. The Long Way Home

11 Ekim 2012 Perşembe

Anberlin - Vital


2002'de kurulan Amerikalı alternative rock grubu Anberlin, günümüz itibariyle beş stüdyo albümünü devirmiş, altıncısı olan Vital'ı da devirmek üzere piyasaya sunmuş güzel bir oluşum. Kendilerini ilk defa 2008 albümleri olan New Surrender ile tanımış, o zamandan beri de sevmiş bir dinleyiciyim. Öncesindeki üç albümlerini henüz duymadım. Müzikal geçmişlerinde alternative rock yanında "emo-pop" tanımını da görünce onları aceleye getirmek de istemedim açıkçası. Genele vurulduğunda orta karar olduğuna kanaat getirilebilecek, yine de ufaktan sempatimi kazanan New Surrender'ın ardından çıkan 2010 yılına ait Dark Is the Way, Light Is a Place ise benim için Anberlin'i daha ciddi biçimde takip edilecek gruplar arasına soktu. Özellikle bu albümdeki We Owe This To Ourselves ve Pray Tell şarkılarındaki enerjileri ve tutkuları, rock'ın alternatif ile pop karışımına olan hakimiyetlerini kanıtlar nitelikte bana kalırsa. Solist Stephen Christian'ın gücü sertliğinde değil, inceliğinde saklı vokalinin insanda karaoke isteği doğurur nitelikte oluşu da ayrıca sözü edilesi bir özellik Anberlin için.

Altıncı albüm Vital, tıpkı Dark Is the Way, Light Is a Place'in açılışını yapan We Owe This To Ourselves'i andıran ve özellikle davulcu Nathan Young'ın emeğinin gözardı edilemeyeceği Self-Starter ile başlıyor. Little Tyrants, çalışan motorun soğumasına müsaade etmiyor. Şimdilik gözdelerim ise Someone Anyone, Modern Age, Type Three, Desires ve alternative rock taklidi yapan harika bir synth pop şeklindeki Intentions oldu. Takip etmeye başlayalı beri Anberlin'in sadece gitarlara abanan (bazen iyi ki abandığı anlar da yok değil!) gerzek bir rock topluluğu olmadığını, bir ruh yakalamaya, ona sadık kalmaya, ama daha yumuşak anlara da kapılarının açık olduğuna ikna etmeye çalıştığını anladım. Fevkalade ucuz örneklere sahip ve genelde o sözünü ettiğim gerzeklerin ortak adresi olan "christian rock" tanımına zaman zaman yakıştırılmasına rağmen hiç de o sığlıkta olmadığına inandığım bir grup Anberlin. Hoş, bazı referanslar tersini söylüyor görünse de, Stephen Christian'ın "insanlar bizi nasıl görürlerse görsünler, bizi kim dinlerse dinlesin, yeter ki dinlesin" biçiminde kucaklayıcı demeçleri serinlik yaratıyor.

Belki fazla tanıdık, belki klişeler arasında tur atar çapta. Sürüden ayrılmasa da sürüyü müzikal bağlamda tabulaştırmamış. Hatta Innocent gibi o sürünün suratını ekşiteceği naif bir pop bestesi bile çalıp önyargısız biçimde albüme koyabiliyorlar. Buna karşın basmakalıp ve Hıristiyan diye yaftalanıyorlar. Fakat temelde Stephen Christian'ın gruba "Anberlin" ismini bulma hikayesi kadar basit bir ayrıntıyı temsil eder gibi müzik yapıyorlar. Aslında bu ismin birden fazla hikayesi var. Benim hoşuma giden hikayeye gelince: Stephen, gruba isim bulmaya çalıştığı bir dönemde birgün aklına Avrupa başkentleri takılıyor. "London, Paris, Rome and Berlin" diye düşünürken "...and Berlin" bitirişinde bir ışık yakalıyor. Bu şehirleri herkesler biliyor ama bağlaçlarda saklı ayrıntıları dikkate almıyor işte.

1. Self-Starter
2. Little Tyrants
3. Other Side
4. Someone Anyone
5. Intentions
6. Innocent
7. Desires
8. Type Three
9. Opheum
10. Modern Age
11. God, Drugs & Sex

8 Ekim 2012 Pazartesi

Lord Huron - Lonesome Dreams


Eline her akustik gitar alanın folk müzisyeni sayıldığı günümüzde, içinde "folk" tanımının geçtiği sürüyle albümde bu kelimenin itibarsızlaştırıldığını görmek hüzün verici. Bu türün doğasında varolan pastoral sakinliği "kişisellik" kaypaklığıyla mıymıntı bestelere kurban etmek hangi aklın ürünü ki? Evet, bazıları bu kişisellikten, otobiyografik efkardan türettiklerini dinleyiciye aktarmayı becermiştir. Ama sözünü ettiğim akustik kolaycılığı bu kaypaklıkla örtbas etmeye çalışan o kadar çok örnek var ki, hepsi cıvık afedersin. Folk bilmem nesi yapıyorum ayağına, uyuz gitar nağmelerini bir okadar uyuz liriklerle paketleyip sunmak o kadar kolay ki, "ben bile daha iyisini yaparım" cüreti hortluyor insanda. Şimdi durup saygı sevgi beslediğim onca folk üstadından (en başta da Neşet Ertaş'tan!) bir dinleyici olarak öğrendiğim en mühim şeylerden biri şuydu: Çıktığı memleket neresi olursa olsun halka yapılan müziğin kişiselliği, kendi gönlünden kopanların o halkın gönlündekilerle örtüşmesiyle daha da anlamlıdır. Mesele gönüle giden yolu bulmakta.

Asıl adı Ben Schneider olan Michiganlı Lord Huron, bana göre o yolu başka bir coğrafyada da olsa biraz bulabilmiş sanki. Gerçi daha ilk albümünden kendisine bu denli gaz vermek nazar değmesiyle sonuçlanabilir belki ama 2010 yılına ait iki başarılı EP'nin ardından Ekim başlarında çıkardığı debut Lonesome Dreams, yoğunluğuyla, hüznüyle, abartmadığı neşesiyle yılın en iyi folk işlerinden biri. İyi besteler kadar, onları sıkıcı hale getirmeyecek diri nakaratlar yaratma gerçeğini kavramış Lord Huron, başta yılın en iyi şarkılarından biri olarak hemen etiketlediğim Time To Run olmak üzere Ends Of The Earth, Lonesome Dreams, She Lit A Fire, The Man Who Lives Forever, I WIll Be Back One Day gibi çok kaliteli şarkılara imza atıyor. İsmini saymadıklarım ise saydıklarımdan daha aşağı kalmıyorlar. Bunlar henüz ikinci dinleyişimde kanımın biraz daha ısındığı örnekler sadece. Yoksa Brother (Last Ride) ve In The Wind, kıyısından köşesinden birer Fleet Foxes derinliğiyle gelecek günlerde daha fazla öne çıkmanın hesaplarını yapıyor gibiler mesela. Yine de Lord Huron'un kendisi için, kendi kendine yarattığı derinlik yetiyor. Elleri çırparak nakaratlara eşlik etme ihtiyacının o gospel coşkusunu, toz toprak içindeki yol yorgunluğunun tatlı hüznüyle çok iyi birleştiriyor. Pazar westerni iklimini öyle bir yakalamış ki, ertesi günün yaşanacak ruhsuz telaşını akıllara bile getirmiyor.

1. Ends Of The Earth
2. Time To Run
3. Lonesome Dreams
4. The Ghost On The Shore
5. She Lit A Fire
6. I WIll Be Back One Day
7. The Man Who Lives Forever
8. Lullaby
9. Brother (Last Ride)
10. In The Wind

4 Ekim 2012 Perşembe

The Bombay Royale - You Me Bullets Love


The Bombay Royale 2010 yılında Melbourne, Avustralya'da kurulmuş bir "big band". Adından anlaşılacağı üzere sayıları Kemal Sunal'ın Balkan Devletleri yorumu misali artabilen ve değişebilen elemanlara sahip big band olgusunun pop caz ve funk ağırlıklı müzik icra etmeleri geleneği The Bombay Royale'de de bozulmamış. Benim açımdan şikayet edilecek bir durum değil bu. Zaten bu geleneğin death metal'de görenekleşecek hali yoktu. (Gerçi olsa çok orijinal olurdu ya!). Tam 11 kişilik grup özellikle Hint asıllı solistler Parvyn Kaur Singh (“The Mysterious Lady”) ve Shourov Bhattacharya'nın ("The Tiger") varlıklarıyla dikkat çekiyor. Bu yüzden haklarındaki çeşitli yazılarda "Australian Bollywood-style" tanımı mevcut ki, sanki böyle yerleşmiş kel alaka bir tarz varmış gibi lanse edilmiş geldi bana. Yine de ortaya çıkan kimya ve grubun sahip olduğu enerji her köşebaşında bulunabilir cinsten değil. Üstelik bunu her köşebaşında bulunabilir türlerin karması şeklinde başardıkları söylenebilir.

The Bombay Royale'ın ilk albümü You Me Bullets Love'ın omzu kalabalık müziğini tarif etmek de çaba istiyor. Zamanda ileri-geri hamleler yapmak lazım. Bir kere en belirgin özellikleri sinematik altyapıları. 60'ların ve 70'lerin Bollywood müziklerinin temel alındığı, funk ve mariachi nefeslilerinin kenarları tuttuğu, surf rock ve western'e selam duran cevval spaghetti gitarların kol gezdiği, synthesizerın, sitarın, tablanın, yaylıların, kıvrak davulun, funk bas tonlarının şarkıdan şarkıya çeşitlendiği müthiş bir iklimde 10 şarkı yaşıyorlar. Kitsch unsurların dik duruşu, surf gitarların zaman zaman deep funk ve jazz funk ile kesişmeleri, Parvyn Kaur Singh ve Shourov Bhattacharya'nın Hindi/Bhangra vokalleri ortaya enfes bir sofra kuruyor adeta. Baştan sona yaratılan o "Bollywood Casus Filmi Soundtrack" havası, daha ilk şarkı Monkey Snake Fight'ın jeneriksel karizmasıyla fantezisini hissettiriyor. Hemen ardından gelen You Me Bullets Love, bodoslama surf rock'a dayanıyor. Üstelik çift Hindi vokaliyle ve nefeslilerin gazıyla gemi azıya alıyoruz sanki.


Rahmetli Mohammed Rafi'nin erken rock'n roll klasiklerinden Jaan Pehechan Ho coverı ortalığı biraz daha ısıtıyor. Sote Sote Adhi Raat ile bu defa disko günlerine götürüyorlar dinleyenlerini. Ama bu öyle bir disko ki, tam olarak Mumbai ile Melbourne arasında bilinmeyen bir yerde. Bu sinerjiyi yakalamışken bırakmayıp The Perfect Plan'e de yansıtıyorlar. Bobbywood ve Mahindra Death Ride ile peşpeşe surf rock ziyafeti yaşattıktan sonra "biz bu sörf olayını daha yukarılara da taşıyabiliriz" iddiasıyla Oh Sajna'nın orkestral zenginliğinin yarattığı zirveyi yaşatıyorlar. Dacoit's Choice sayesinde yaylıların nefeslilere ahenkle karıştığı 70'ler katkılı zımba gibi bir disko funk dinliyoruz. Ve son olarak yedi buçuk dakikalık Phone Baje Na ile psychedelic funk'ın kendini çok dağıtmamış, hatta kaotik ve dingin anlarını çok güzel dengeleyerek zinde kalabilmiş yapısıyla egzotik hazlar yaratmışlar.

Kaliteli müzisyenlerle dolu olduğu her halinden belli The Bombay Royale, başta grupta sitar, tabla, mandolin, dilruba ve gitar çalan multi-enstrümantalist Josh Bennett olmak üzere geri kalan tüm elemanlarıyla tüm övgüleri hak ediyorlar. Aynı zamanda Bennett'in eşi olan, Bollywood dans öğretmenliği de yapan Parvyn Kaur Singh'in Shourov Bhattacharya ile birlikte seslendirdiği şarkılar, birden filmin en olmadık anlarında ortaya fırlayan Bollywood insanlarının kurtlarını döktükleri enstantaneleri az da olsa anımsatmalarına rağmen, bundan çok daha dramatik, daha olgun, daha ciddi meziyetlere sahip olduklarının altını çiziyorlar. Yanyana geldiklerine sıkça rastlamadığımız türlerin bu ustalık kokan birliktelikleri, takmış takıştırmış bir hint divanın bir garajda ya da bir "western saloon"unda rock söylemesi gibi unutulmaz hayali resimler canlandırıyor kafalarda. Ama o garaja tıkılıp kalmamış epik, egzotik, sinematik funk bilincini de aynı albüm içinde yer alan şarkıların özünde yaşatarak.

1. Monkey Snake Fight
2. You Me Bullets Love
3. Jaan Pehechan Ho
4. Sote Sote Adhi Raat
5. The Perfect Plan
6. Bobbywood
7. Mahindra Death Ride
8. Oh Sajna
9. Dacoit's Choice
10. Phone Baje Na