10 Şubat 2012 Cuma

Porcupine Tree - In Absentia


1987'de daha 20 yaşındayken hayranı olduğu Pink Floyd'dan etkilenip müzik yapmak için faaliyete geçen Steven Wilson'ın aşama aşama kurduğu Porcupine Tree, bugün konserli stüdyolu 20 küsür albüm sahibi bir progressive rock ikonu. Wilson her ne kadar Porcupine Tree efsanesinin kurucusu olarak bilinse de, Altamont, Bass Communion, Blackfield, Continuum, I.E.M., Karma, No-Man, No Man Is An Island gibi belki birilerinin yolunun kesiştiği bilinmeyen yan projelerle de içindeki doymak bilmeyen müzisyen ruhunu besiye çekmiş multi-enstrümantalist bir kişilik. Kendisine 1993'ten bu yana yârenlik eden Richard Barbieri (tüm tuşlu çalgılar) ve Colin Edwin (bas ve saz!) ile 2002'den beri grupta yer alan Gavin Harrison (davul ve vurmalı her şey!) üçlüsüyle olağanüstü albümlere adını yazdıran bu insan şeklindeki varlık, The Sky Moves Sideways, Signify, Stupid Dream, Lightbulb Sun, Deadwing diye sayıp durabileceğimiz nice efsanenin üstüne Porcupine Tree damgasını vurdu. 2002 tarihli 12 şarkı(!)lık efsane de bunlardan sadece biri.

Konu Porcupine Tree olunca ve onun tek bir albümü özelinde birşeyler söylenecekse bunlar gevelemeden öteye pek gidemez. In Absentia'yı da o piti piti yaparak seçmedim elbette. Bende yeri çok başkadır. Deneysel, art, psychedelic, hatta space rock diye tanımlanan ve benim çok fazla barışık olmadığım türlerle köprüleri atmamı engelleyen unsurlardandır Porcupine Tree müziği. Alternative rock ve alternative metal yanında, pop rock ve ambient türleriyle de müthiş ilişkiler içindedir. Adım adım progressive şarkı yapma kıvamına gelişinin en yüce örneklerinden biri olan In Absentia, "deneysel ve sanatsal rock" adı altında saçmalama kılıfı uyduramayacağınızı söylemiş, bu kelimeleri "rock" ile birleştiriyorsanız yapmanız gerekenlerin yol haritasını çıkarmış olanlardandır aynı zamanda.


In Absentia'nın hangi şarkısından girip hangisinden çıksam, bana hissettirdiklerini nasıl anlatsam bilemedim. Zaten belirli bir Porcupine Tree altyapısı edindikten sonra albümü ilk dinlediğimde açılıştaki ilk iki şarkı Blackest Eyes ve Trains beni öylesine uçurmuştu ki, sanki ardından gelen Lips Of Ashes hiç uyanmak istemediğim rüya atmosferini yaratmış, duyduklarımın gerçek olmadığına beni inandırmaya başlamıştı sanki. Ama albüm bittikten sonra bir daha geri döndüğümde aynı iki şarkı yerinde duruyordu. Yani gerçektiler. The Sound Of Muzak da bu yüzden yalandan uzak, gerçeklerden yakın bir başka ülke daha yarattı gönlümde. (Her dinleyişimde aldığım gaz ve hazdan ötürü bu iç kıyan şiirsel cümlelerden sabaha kadar yapabilirim!) Ama zaten progressive rock denen şeyin fihristinde yazmayan, "şarkı içinde şarkı" duygusunu koruyan, kraker gibi dağılmayan sıkı bir disiplinin, aynı zamanda kafasına estiği ülkeye göç eden bir kuşun özgürlüğünün izleri var onların müziğinde. Sert yaptıklarında da, piyano baladının üzerine epik bir orkestrasyon döşediklerinde de harikalar. Porcupine Tree, progressive rock ansiklopedisinin şeref konuklarından biri olduğu gibi, kendi romanını yazan şahsiyetli bir yazar aynı zamanda. In Absentia da onun asla ölmeyecek başyapıtlarından...

1. Blackest Eyes
2. Trains
3. Lips of Ashes
4. The Sound of Muzak
5. Gravity Eyelids
6. Wedding Nails
7. Prodigal
8. .3
9. The Creator Has a Mastertape
10. Heartattack in a Layby
11. Strip the Soul
12. Collapse the Light Into Earth

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder