13 yıl önce bugün, 29 Mayıs 1997’de polis kayıtlarına “kaza sonucu boğulma” şeklinde geçen bir ölüm. 31 yıllık yarım kalmışlık. Dünyaya düşmüş bir adam. Jeff Buckley...
Nereden başlamalı? Anaheim, Kaliforniya’dan Mississippi nehrine uzanan ömrün anlatılacak çok şeyi var. Bu yazı için çok okudum, çok dinledim ama ne yazacağımı hiç bilmiyorum. En iyisi hiç hesapsız başlamak. Sonu nasıl olsa gelecektir...
Jeff çok heyecanlı, meraklı, ama bir o kadar da durgun ve hüzünlüydü. Hayatı boyunca şarkı söyler dururdu. İnsanüstü bir müzik hafızası vardı. Öyle ki, yıllar önce sadece bir kez duyduğu bir şarkıyı bile eksiksiz söyleyebilirdi. Bazılarına göre yetenekli olamayacak kadar güzel bir insandı. Dünyanın en güzel 100 suratından biri seçilmişti. Bir melek dünyaya inecekken yüz nakli isteseydi,
Jeff’in suratı onlardan biri olurdu muhtemelen. Annesi onun için “bir meleğin sesine sahip” demişti. Ama bu endam onun umurunda bile değildi. Tek istediği ciddiye alınmaktı. 80’lerde cılız, dağınık ve uzun saçlıyken, 90’larda daha olgun ve o meşhur büyüsüyle sıcak, sevecen, melankolik bir hal aldı. Büyüleyiciliği kalabalıklarda bile ortaya çıkıyor, bir anda ilgi odağı haline geliyordu. Mütevaziliği, doğallığı adeta bir mıknatıs etkisi yapıyordu. Fakirler ve evsizlerle iyi anlaşıyordu.. Dışarıda bu denli hareketli ve cana yakınken, daha özel duygularını dile getirmiyor, hep biryerlerinde bir şeyler saklıyor gibiydi. Ama sahnede müthişti. Müzik ona dışavurum özgürlüğü sağlıyordu. Müzik sözkonusu olduğunda mükemmeliyetçiydi, hırslıydı ve ateşliydi. Belki de o yüzden imkan ve çevre genişliğinden dolayı New York’a gitmeyi düşlüyordu. En sevdiği albümlerden biri olan
Led Zeppelin 2’yi unutturacak bir albüm yapmak istiyordu. Efsane
Tim Buckley’in oğlu olmak belki onu doğuştan müzisyen yapıyordu ancak
Jeff, sesinin ve müziğinin gücünü yine
Jeff’e borçluydu. Ondan çok garip bir enerji, mistik bir güç yayılıyordu.
Daha küçükken büyükannesi ona ellerini nasıl yıkaması, giysilerini nasıl giymesi gerektiğini anlatan şarkılar öğretirdi. Klasik müzisyeni annesinin Simon & Garfunkel, The Beatles, Barbara Streisand şarkılarından oluşan ninni repertuarı, üvey babasının yeni sesler denemeyi seven müzik tutkusu sayesinde küçük Jeff için her şey, her ses müzik halini almaya başlamıştı. Annesi bütün gün ona klasik müzik eserleri çalar, teyzesi ona bakmaya geldiğinde, evde daha önce dinlediği albümlerdeki şarkıları ona söyletirdi. Haliyle 6 yaşında piyano ve gitar çalmaya başladı ve kader, Jeff için öreceği ağların az, ama öz olmasına dikkat etmeye başladı. İlk konseri, St. Ann kilisesinin, babası Tim Buckley anısına düzenlediği bir etkinlikti. Bu ilginç bir birleşmeydi. Tim Buckley, Jeff doğar doğmaz onu ve annesi Mary Guibert’i terk etmişti. 1947 yılının Sevgililer Günü’nde doğan Tim Buckley, yazdığı olağaüstü güzellikteki aşk ve sevgi şarkılarıyla tezat teşkil eden bu davranışıyla Jeff’in hayatını çok etkilemişti. Ama müziğini asla! Onu babasıyla karşılaştıranlara ses çıkarmıyordu. Çünkü bu kıyasın yanlışlığının farkındaydı. Hayatında bir kez karşılaştığı babasının müziğini inceledi, onun bütün şarkılarını çalmayı biliyordu ama ondan beslenmedi. Neden terk ettiğiyle ilgili kafa yormak istemedi fakat yine de içinde hep bir baba özlemi vardı. Ona karşı tuhaf bir sevgi-nefret hissi duyuyordu. Tek şikayeti, kendisinde babasını görmeyi uman hippilerin peşine takılmasıydı.
Daha sonra New York’ta bulunan
Fez ve
Sin-é gibi genelde üniversite öğrencilerinin ve New York’lu entelektüellerin takıldığı kafelerde kendi şarkılarını söylemeye başladı. Kendisini kimlerin dinlediği de onu hiç ilgilendirmeyen şeylerden biriydi. Tek yaptığı sahnede kendi şarkılarıyla oynaşmak ve onların içinde kaybolmaktı. Sahnedeki kontrolsüzlüğünü bir ibadete dönüştüren müzik tutkusunun sahne dışına taşması da bir o kadar görkemliydi. 1994 yılı ilk albümü
Grace çıktı. 10 şarkılık bu eserin içindekilere şarkı demek ne derece doğrudur bilinmez. Hepsi birer sanat eseriydi.
Mojo Pin,
Grace,
Last Goodbye,
Lover You Should’ve Come Over,
Eternal Life, Dream Brother parçaları, cennetten çıkma
Jeff Buckley sesini 90’lar rock, caz, grunge ve blues dokunuşlarıyla harmanlayan inanılmaz deneyimlerdi. Bunun yanında
Leonard Cohen bestesi
Hallelujah,
James Shelton’un
Lilac Wine’ı ve
Benjamin Britten klasiği
Corpus Christi Carol olağanüstü bir üçlemeydi.
Jeff’in sesine vakıf olabilmek için, çok özel anlarda dinlendiğinde insanı derinden yaralayabilecek bu üç eser, insan evladına destansı anlar yaşatan, ona dünya dışında bir yerlerden seslenen olağanüstü, doğaüstü güzellikteydi. Benim için, ümitsizce aşık olduğum
Enya’nın albümlerindeki zerreciklerine ruhani akrabalığı olan bu damlacıkları bir hemcinsimden duymak, çok sarsıcı bir tecrübeydi. Sertliğin ve yumuşaklığın bu korkunç dengesi öyle kolaylıkla sindirilecek türden değildi. Zaman isterdi, emek isterdi. Ama
Grace bile
Jeff’i tam anlamıyla tatmin etmemişti.
Grace turnesi ve devamındaki aktiviteleri onu yıpratmıştı. Sinirli, tatminsiz, eskisinden daha düşünceli bir ruh hali hakim oldu. Ama tüm bunlara rağmen nezaketinden ve her şeye olan sevgisinden bir şey yitirmedi. Uyuşturucuyla arası iyiydi. Bunu asla inkar etmedi. Çocukluktan kalma bir birliktelikti onunki.. İlk uyuşturucuyu annesi vermişti ona, çünkü gidip sokaktan almasından korkuyordu. Babası gibi aşırı dozdan gitmek gibi bir endişesi yoktu. Çünkü kendi deyimiyle, uyuşturucunun arabayı kullanmasına izin verebilirdi ama anahtarları asla ona teslim etmezdi. Tanrı’ya inanırdı, dindardı. Ama dinleri sorgulamaktan da geri durmazdı. Bütün dinlerin erkeklerden yana olan tutumundan nefret ederdi. Mesela İncil’de eleştirilmeyen tek kadının, hiç sevişmemiş olan bakire Meryem olmasını aklı almıyordu. Jeff kadınları seviyordu. Çapkındı da. Onların sesine, estetiğine aşıktı. Kendini onlar gibi hissedecek kadar hem de...
"Benim Elvis’im" dediği
Nusrat Fateh Ali Khan ve
Edith Piaf’ı deli gibi seviyordu. Okul zamanı keşfettiği
Piaf’dan hayatı boyunca kopmadı. İnsanlara ve kendine çok güvenirdi. Bu güvenin bir bedeli olsa gerek, adı kızılderili dilinde “büyük ırmak” olan Mississippi nehrine girmek tam da onun işiydi. Ayağının kayarak kazara nehire düşüp boğulması ihtimali bir yana, bu büyük ırmağa da güvenmiş olabilirdi. Ayağında içi su dolmuş kocaman botlar, üstünde bol bir askılı pantolonla bulunmuştu. Suya girdiği yer berrak, sessiz ama farelerin dolaştığı izbe bir kıyıydı. Ama gökteki ay ve manzara o kadar baştan çıkarıcıydı ki.. Ölümünü kabul etmek çok zordu. Hayattayken de sesiyle, şarkılarıyla zaten öteki taraftan selam yolluyor gibiydi.
İnandığım bir şey var: Jeff’i dinleyip, içinde bir şeylerin titrediğini hisseden insandan zarar gelmez. Onun yazdıklarını tanımlamak için, The Verve grubunun efsanevi albümünün ismi ne güzel gider. Urban Hymns (Kent İlahileri)... Onu bir kez olsun dinlemeden göçüp gitmek, onun modern ilahileriyle tanışmamış olmak bana göre eksikliktir. Muhtemelen yemyeşil tepelere uzanmış bir şeyler mırıldanıyordur. Sketches For My Sweetheart The Drunk ve Mystery White Boy albümlerini dinleyin. Hatta bulursanız ölümünün ardından TV için çekilen bir saatlik Jeff Buckley: Everybody Here Wants You belgeselini izleyin. Ona ait olan ne varsa... Kendi ozanlarımızla beraber, onu da biryerlere sıkıştırarak gelecek nesillerimize tanıtalım. Çünkü bu sesten hiç kimse mahrum kalmamalı.
1. Mojo Pin
2. Grace
3. The Last Goodbye
4. Lilac Wine
5. So Real
6. Hallelujah
7. Lover, You Should've Come Over
8. Corpus Christi Carol
9. Eternal Life
10. Dream Brother