Mastodon, hiç şüphesiz 2000'ler heavy metal müziğinin yaşayan en sıkı isimlerinden birisi. Bu gerçeği sadece iki yıl önce anlamış olmanın gecikmişliğine fazla kafa takmadan 5 stüdyo albümünün tadını çıkarmak gerek. 1999 Atlanta, Georgia'da kurulmuş, ilk albümü
Remission'ı 2002'de, sonrakileri de ikişer üçer yıl aralarla çıkarmış olan grup, en son
Crack The Skye ile ortalığın tozunu atmıştı. Gerçi ondan sonra dinlediğim
Jonah Hex EP'sinin score sıkıcılığı kendileriyle en son görüşmemdi ama onu duymamış sayıyorum. Yeni albümleri
The Hunter'ı bazı hayranları kadar fanatik bir geri sayımla beklemesem de, metal camiasındaki bu grup ve albüm kalabalığında nefes alacak bir alan yaratacağına kesin gözüyle bakıyordum. Beklenen oldu ve
Troy Sanders (bas, vokal),
Brent Hinds (gitar, vokal),
Bill Kelliher (gitar),
Brann Dailor (davul) kare asının son bombası
The Hunter 2011 Eylül'ünde günyüzüne çıktı. Üstelik tüm
Mastodon albümlerini iyi kötü dinlemiş kendi halinde bir dinleyen olarak bence belki de şimdiye kadarki en iyi albümle.
Grubun kaostan beslelen, fakat o kaosu sertliğinden ve zekâsından ödün vermeden evcilleştiren progressive metal, heavy metal, hard rock, stoner rock, sludge metal karması duruşu yeni albümde aynen devam ediyor. Tutucu metal çevreler tarafından kayıtsız şartsız kabul görebileceği gibi, yine aynı çevreler tarafından yumuşamakla veya cilâlanmakla suçlanıp burun kıvrılabilecek "yeni albüm" sendromundan şimdiye kadar hiç muzdarip olmamış bir gruba da bu yakışır. Bir önceki
Crack The Skye'ın içe dönük, deneysele uzanan progressive konseptine nazaran, üçer beşer dakikalık yoğun groove metal kreasyonlarıyla ailenin yaramaz çocuğu gibi duran
The Hunter, buna rağmen sıkıcı ana akım taraklarına bez bırakmıyor. Her enstrüman kendi gücünün farkındalığıyla hem şarkıların plânlarına sadık kaldıklarını, hem de o sınırlar içinde emprovize giriş çıkışlar yapabilecek özgürlüğe sahip olduklarını gösteriyorlar.
Blue Eyed Devils,
Fiend Without A Face,
Four Hour Fogger,
The Blood Vessels,
West End Motel gibi yaratıcı isimlere sahip türlü gruba girip çıkmışlığı, kurup dağıtmışlığı olan gitar ve vokaldeki
Brent Hinds, grubun karizmatik lideri konumunda.
The Hunter'ın yılın en iyilerinden biri olduğunu anlamak için öyle oturup baştan sona kesintisiz dinlemem de gerekmedi açıkçası. Şöyle ki, sindire sindire dinlemek istediğim bazı albümleri hızlı geçişlerle kontrol etme alışkanlığım vardır. Böylece bir filmin fragmanını izlemiş gibi hissederim. Hoş, bazen fragman izlemek de tehlikeli, yanıltıcı ya da can sıkıcı olabilir. Neyse, bu hızlı geçişler esnasında artık nereleri hızlı geçip nerelere takıldıysam, erken efsanelerden biriyle karşı karşıya kaldığımı hissettim. Hislerimin kesin adını koymak için de oturup adam gibi
Black Tongue'dan
The Sparrow'a kadar süren kulak kanırtıcı bir yolculuğa çıktım.
Black Tongue'un paldır küldür dalışı başlarda biraz yavan gelse de, zamanla grubun kaotik bütünden kopardığı nadide parçalardan biri olduğunu anlayabilirsiniz. Ardından gelen
Curl Of The Burl albümün ilk single'ı olması yanında En İyi Metal/Hard Rock Performansı dalında Grammy adaylığı kazanmış gülle gibi bir şarkı.
Blasteroid ile
Black Tongue ayarındaki celâllenmesine geri dönen
Mastodon,
Brent Hinds'in çılgın atarlı vokaliyle de dikkat çekiyor.
Stargasm,
Octopus Has No Friends,
All The Heavy Lifting falan derken albüm bayırdan aşağı kopup gidiyor. Sıradaki
The Hunter ise ortamı yumuşattığı gibi, tarifli tarifsiz bir duygu seli yaratıyor. Zaten albümün adının geldiği yer de bunun kanıtı sayılır.
Brent Hinds,
The Hunter adını ve tabiî albümü 4 Aralık 2010 tarihinde avlanırken kalp krizi geçirip hayata veda eden kardeşine ithaf etmiş.
Albümün ikinci yarısı bana şimdilik albümün ışıltısından pek nasiplenmemiş gibi gelen
Dry Bone Valley ile start alıyor.
Thickening nasıl nereye gideceği kestirilemeyen ilginç bir tasarım.
Creature Lives ile hiç beklenmedik biçimde elektronik bir intro sonrası senfonik ağırlığı, depresif hacmi, epik dengesi olan bir deneyim.
Spectrelight bana 80'lerin o yaldır yaldır speed metal günlerini anımsatmadı desem yalan olur. Hatta başkalarına da anımsatmaz dense toplu yalana girer.
Bedazzled Fingernails'de grubun içine biraz
Primus, biraz
Dario Argento kaçmış, çok da iyi durmuş. Kapanışı yapan
The Sparrow ise hem böylesi bir albümün finalini yapan bir tamamlayıcı, hem de kendi giriş-gelişme-sonucunu yaratan bağımsız bir ruh olarak beni kör kuyularda merdivensiz bıraktı. Daha motoru soğumadan bir metal albümünü (artık progressive, heavy, power, death, industrial ne olursa olsun!) tekrar dinlemek istediğimi uzun zamandır hatırlamıyorum.
Mastodon iyi ki var ve iyi ki böyle albümler hâlâ yapılabiliyor.
1. Black Tongue
2. Curl Of The Burl
3. Blasteroid
4. Stargasm
5. Octopus Has No Friends
6. All The Heavy Lifting
7. The Hunter
8. Dry Bone Valley
9. Thickening
10. Creature Lives
11. Spectrelight
12. Bedazzled Fingernails
13. The Sparrow
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder