Portekiz'den fado ve futboldan daha fazlasını beklemek pek mümkün değildir. Arada iyi filmler de çıkar. Marcelo (vokal), Duarte (davul), João (bas) ve Sérgio (gitar) adındaki dört Portekiz evladının 2010'da kurduğu The Fuzz Drivers'ı bir blind test ile dinletip "bil bakalım bunlar hangi tarlanın soğanı" deseler Portekiz cevabı aklıma en son bile gelmezdi herhalde. Amerika, İngiltere, olmadı Avustralya diye yanlış cevap verirdim. Portekiz bizi pek alıştırmadı böyle işlere. Nedense gitar, davul, bas, vokal karesinin şahane uyumundan taş gibi bir klasik rock elde etmeyi latinlere sıklıkla reva görmeyiz. Santana'dan, Sepultura'dan aldığımız dersler farklıdır. Çünkü klasik namına Black Sabbath'dan, Deep Purple'dan, The Allman Brothers Band'den feyz almış ve bunu sapına kadar müziğine aktarabilmiş çok fazla "companheiro"ya kendi adıma rastlamadım. Her işin bir ilki var. Benim için bu işin ilkinin adı da The Fuzz Drivers oldu pek sevindim.
The Fuzz Drivers'ın aynı adlı debut içinde yer alan dokuz şarkısı kalite adına her şeyi özetliyor aslında. Blues köklerinden sağlam ağaçlar yetiştirmesini bilen, sertliğinden taviz vermeden dramatik havalar estirebilen, kaos içinde bile soul yönünü yansıtabilen, dersine son derece iyi çalışmış, bu yüzden karnesindeki ilgili haneye bir 5, 100 veya Pekiyi'yi sonuna kadar hak eden The Fuzz Drivers müziği, biliyoruz ki hiçbir zaman esasen The Fuzz Drivers müziği değildi. Sadece haklarında yazılan eleştiri yazılarının bazı satırlarında blues bağları güçlü hard rock ve klasik rock duayenlerinin izinden başarıyla gitme potansiyeline sahip oluşlarıyla önem kazandılar. Yani The Fuzz Drivers gibi lezzetli gruplar yepyeni birşey icat ettikleri için değil, daha önce icat edilmiş olanı kendi çaplarında biraz daha yüceltebildikleri, ustalarını iyi anladıklarını ve önlerinin açık olduğunu ispat ettikleri için iyiler. Yoksa vasat şarkılarla, uyanık stüdyo numaralarıyla geçmişi taklit ettikleri için değil.
Her ne kadar grubu şarkı şarkı incelemek ekstra birşeyler kazandırmayacak olsa da dokuzda dokuz yaptıkları gün gibi ortada sanki. Shine, Into The Sun, White Lies, Carved Time, The Poet and The Thief ilk etapta kalpleri fethetmeye aday kanımca. Ama dediğim gibi şarkıların hepsi ayrılmaz bir bütünün parçaları. Birini çıkarsanız yokluğu hissedilecek ya da bir şarkı daha ekleseniz ahenk bozulacak gibi. Böyle albümler sertliklerini adam gibi dile getirişleri ve aynı zamanda iç taraflara hitap eden sağduyularıyla bana her zaman ağız dolusu sövmenin veya dobra olmanın getirdiği rahatlama duygusunu vermiştir. Grup herhangi bir şarkısına başladığında onu nereye götüreceğine dair çok emin fakat aynı eminliğe dinleyenin sahip olmasını istemiyor, kendini akışa bıraksın diyor ki bunda çok da başarılı. Böylelikle grubun bu seviyeye hangi yollardan geçerek geldiğini kısa pasajlarla, sololarla, çığlıklarla, bluesy olgunluklarla aktarabildiği gibi, sertlikten doğan müthiş bir rahatlık ve kendine güveni de dinleyicisine iletebiliyor.
Led Zeppelin, Black Sabbath, Deep Purple gibi ağababalar her yeni ve ateşli grubun idolüdür. Onlar dokunulmazdır, başkalarıyla doğrudan karşılaştırılmaz, üzerlerine aptalca yorumlar yapılamaz. Çünkü bereketli tarlalarda yetişen blues müziğin sertleşme evresi olan rock namına ne varsa kuralları ve kuralsızlığı zamanında onlar koydular. Bu sayede alttan gelen nesiller için benzersiz oyun alanları, kendini ifade şekilleri, daha ileri taşıma, yükseltme cesaretleri oluşmaya başladı. Ben The Fuzz Drivers'ı dolaylı olarak onlardan yapıcı biçimde etkilenmiş en başarılı yeni ekiplerden biri ilan ediyorum. Bu ağababaların mirasını devralmış Black Country Communion gibi ağabeylerin de birgün birşeyleri devretmek için bulacakları en uygun isimlerden birinin The Fuzz Drivers olduğuna inanıyorum.
1. Discordia Song
2. Shine
3. Eats Me Up
4. Carved Time
5. Mama Told You
6. Into the Sun
7. The Poet and The Thief
8. Until it Bleeds
9. White Lies
I wish I could speak Turkish, because from what Google translate showed me, this looks like and awesome review!
YanıtlaSilThanks Osman!
Marcelo
The Fuzz Drivers