31 Mayıs 2013 Cuma

Issız Ada Radyosu Arşivi (Mayıs 2013)

Alice in Chains - The Devil Put Dinosaurs Here
Yıl: 2013 ABD
Tür: Grunge, Alternative Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Stone"

Tricky - False Idols
Yıl: 2013 İngiltere
Tür: Trip Hop
"F" Rate: 4/10
I.A.R. tavsiyesi: "Parenthesis"

Queens of the Stone Age - Era Vulgaris
Yıl: 2007 ABD
Tür: Alternative Rock, Stoner Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Make It Wit Chu"


The Bongolian - Outer Bongolia
Yıl: 2008 İngiltere
Tür: Funk, Latin, Breakbeat
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Bongo Mambo"


Dark Tranquillity - Construct
Yıl: 2013 İsveç
Tür: Melodic Death Metal
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Weight of the End"

Owl Eyes - Nightswim
Yıl: 2013 Avustralya
Tür: Synth Pop
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Closure"

Daft Punk - Discovery
Yıl: 2001 Fransa
Tür: Electro-Disco, Synth Pop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "One More Time"

Joe Satriani - Unstoppable Momentum
Yıl: 2013 ABD
Tür: Hard Rock, Progressive Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Unstoppable Momentum"

Filter - The Sun Comes Out Tonight
Yıl: 2013 ABD
Tür: Alternative Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "What Do You Say"

The Orange Peels - Sun Moon
Yıl: 2013 ABD
Tür: Indie Pop, Indie Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "All At Once"

Pat Benatar - Wide Awake in Dreamland
Yıl: 1988 ABD
Tür: Pop/Rock, Hard Rock, New Wave
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Don't Walk Away"

Clutch - Pure Rock Fury
Yıl: 2001 ABD
Tür: Stoner Rock, Hard Rock, Blues Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Sinkemlow"

Glasperlenspiel - Grenzenlos
Yıl: 2013 Almanya
Tür: Indie Pop, Synth Pop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Wie Ich Nicht Sein Will"

Iron Maiden - The Number of the Beast
Yıl: 1982 İngiltere
Tür: Heavy Metal, NWOBHM
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: "Run to the Hills"

Stand Up Guys OST
Yıl: 2013 ABD
Tür: Blues Rock, Soul
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: Baby Huey and The Babysitters - "Hard Times"


Rodriguez - Cold Fact
Yıl: 1970 ABD
Tür: Singer/Songwriter, Folk Rock
"F" Rate: 10/10
I.A.R. tavsiyesi: "Sugar Man"

Karo - Home
Yıl: 2013 Almanya
Tür: Indie Rock, Dark Folk
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Wicked Game"

Orgone - Fuzzed Up
Yıl: 2013 ABD
Tür: Funk
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Up The High End"

Anssi Kela - Anssi Kela
Yıl: 2013 Finlandiya
Tür: Pop/Rock, Synth Pop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Kevät tulee"

Led Zeppelin - Physical Graffiti
Yıl: 1975 İngiltere
Tür: Hard Rock, Blues Rock
"F" Rate: 10/10
I.A.R. tavsiyesi: "Kashmir"

28 Mayıs 2013 Salı

Rodriguez - Searching For Sugar Man (OST)


Searching For Sugar Man'in konusunu okuduğumda bir belgesel olarak çok ilginç olacağına herkes gibi emindim. Ama açık konuşmak gerekirse yıllar sonra farkına varılmış Sixto Rodriguez şarkılarının sevilesiden ziyade saygı duyulası işler olduğu önyargısı oluşmuştu. Tüm o Dylan, Elvis, Marvin Gaye kıyaslamalarının sadece bu sıradışı hikayenin kahramanına hak ettiği itibarın verilmesi amacıyla yapıldığını, ortada çok da büyütülecek birşey olmayabileceğini düşünmüştüm. Ta ki, Searching For Sugar Man belgeselini izleyene, sonra da iki Rodriguez albümünden derlenmiş olan belgeselin müzik albümünü dinleyene kadar. Onu ilk keşfeden yapımcı Mike Theodore, yine Theodore ile birlikte Rodriguez'in 1970 tarihli ilk albümü Cold Fact'in yapımcılığını üstlenmiş, aynı zamanda Stevie Wonder, Wilson Pickett, The Temptations, Marvin Gaye gibi soul devleriyle çalışmış Dennis Coffey, 1971 tarihli ikinci albüm Coming From Reality'nin yapımcısı olan, The Cure, Gloria Gaynor, Jerry Lee Lewis, Boney M albümlerine emeği geçmiş Steve Rowland ve binlerce Güney Afrikalı müziksever yanılmıyormuş.

Rodriguez şarkıları yeryüzünün sadece belli bir kesmi haricinde kıymeti bilinmemiş, üstelik bu duruma en çok şaşırılacak örneklerden ibaret. Hani bazen birbirimize eskilerden bir şarkı dinletiriz, karşımızdaki onu bilmez ama duyar duymaz vurulur ya, işte o tip şarkılar bunlar. Vurulmasa bile sizin o şarkıya olan sevginiz azalmaz. Sugar Man, I Wonder, Cause, Can't Get Away gibi şarkılar 70'lerde popüler olsaydı neler olurdu kimbilir. Fakat iyi şarkılar ne yapıp edip (kendi zamanlarında olmasa da) bir şekilde akacak bir damar buluyorlar. Bu damarı Güney Afrika'da bulan harika besteler önce büyük bir sevgiyi, ona bağlı olarak da güçlü bir saygıyı peşlerinden sürüklüyorlar. Sugar Man'i, I Wonder'ı karşılaştırmak için müzik tarihinde geçmişe yolculuk yapıp milyonları sürüklemiş folk, soul, country marşları seçmek gerek.


Searching For Sugar Man belgeselini ve soundtrack albümünü açan Sugar Man, Rodriguez'in nasıl bir müzisyen olduğunu tek başına anlamamızı sağlayabilecek derecede yoğun, sakin, coşkun ve efkarlı bir folk şarkısı. Temposunu bozmadan iki güzel şarkıyı içiçe geçirmiş Sugar Man, aynı anda hem karakter sahibi, hem de dile yapışan "catchy" bir lezzet. Filmde yapımcı Steve Rowland'ın Rodriguez'e olan sevgisini örneklendirmek için seçtiği Cause, hüzün dolu söz-müziğiyle olduğu kadar hikayesiyle de insanı canevinden vuran bir şarkı. Hikayeye göre 1971 Kasım ayında çıkan Coming From Reality çok satmadığı için yapımcı firma tarafından Noel'den iki hafta önce piyasadan kaldırılıyor. Rodriguez ise önceden sanki bunun olacağını biliyormuş gibi Cause'un ilk dizesinde "I lost my job two weeks before Christmas" diyor. Aynı zamanda Rodriguez'in kaydettiği son şarkı olan Cause'un da aralarında bulunduğu bu şarkıların Amerika'da neden tutmadığına, hatta tutacak kadar bile bilinmediğine akıl sır ermiyor.

Güney Afrika'nın kaos ortamında şarkılarıyla adeta bir isyan ikonuna dönüşen Rodriguez'in, belgeselde bu karışıklıkları resmederken arşiv görüntülerinin altına döşenen şarkısı This Is Not A Song, It’s An Outburst: Or, The Establishment Blues, iki dakikalık süresine sağlam bir protest tavır sığdırmış kayıp bir Bob Dylan şarkısı sanki. Inner City Blues yine belgeselde anlamını bulan bir başka önemli şarkı. Şöyle ki, Rodriguez'in etrafında örülü gizemin ötesine geçmeye çalışan ve bir dedektif gibi iz süren müzik yazarı Craig Bartholomew Strydom'un, Inner City Blues'un "met a girl from Dearborn, early six o'clock this morn" dizelerindeki Dearborn kelimesinden yola çıkarak "Yalın Gerçek"e ulaşması belgeseli başka bir boyuta sokuyor. Yaylılarla yağmur olup üzerimize yağan uzun soul lezzeti Sandrevan Lullaby - Lifestyles, folkun göbeğinden ses veren Street Boy, tüm o soul ve folk karakterini tropikal bir meyve tabağına dönüştüren I'll Slip Away diye albüm akıp gidiyor.


Cold Fact ve Coming From Reality'den yarı yarıya oluşturulmuş soundtrack, önce filmle beraber tadılması zaruri bir nitelikte. Buraya konmamış diğer Rodriguez şarkıları da ayrıca tecrübe edilmeli mutlaka. Yönetmen Malik Bendjelloul'un mükemmel kurguladığı belgeseline aynı ustalıkla yedirilmiş, üstelik hikayeleri ve özellikleriyle birlikte yedirilmiş Rodriguez şarkıları, onun "American zero, South African hero" durumuna geç de olsa gereken ayarı çekip hak ettiği saygınlığı sağlıyor. 70'lerde sahneye çıktığı sisli barlarda seyirciye arkasını dönerek çalıp söylemesi zaten onun şan şöhret veya kahramanlık peşinde olmadığını gösteriyordu. Koskoca Amerika'da hiçkimse tarafından tanınmamasının mantıklı bir sebebi olmalı. Ama yok! Belki de sahnede sadece şarkılarıyla birlikte olmak istiyordu. Sahnede kafasına sıkması veya kendini yakması gibi şehir efsanelerinin çıkmasının nedeni Rodriguez'in bu gizemin içine kapalı kalışıyla alakalı. Fakat asıl cool olan bu söylentiler değil, yıllar önce bir kızın Amerika'dan Güney Afrika'ya getirdiği Rodriguez kasetinin korsan olarak yayılıp fenomene dönüşmesi ve bu adamın hiçbir şekilde çözülemeyen gizemi. Ve tabii sonuna kadar peşinden gitmeye değen harika şarkıları.

1. Sugar Man
2. Crucify Your Mind
3. Cause
4. I Wonder
5. Like Janis
6. This is Not a Song, It’s an Outburst: Or, the Establishment Blues
7. Can’t Get Away
8. I Think of You
9. Inner City Blues
10. Sandrevan Lullaby – Lifestyles
11. Street Boy
12. A Most Disgusting Song
13. I’ll Slip Away
14. Jane S. Piddy

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Daft Punk - Random Access Memories


Daft Punk'ın temelleri, okul arkadaşı olan Thomas Bangalter ve Guy-Manuel de Homem-Christo'nun 1992'de Laurent Brancowitz'in de bulunduğu Darlin' adındaki alternative rock grubunu kurmalarıyla atılmaya başladı. The Stooges, MC5, The Rolling Stones etkilenimleriyle yola çıkan üçlü, İngiltere'de Duophonic adında bir single çıkarmış, dinleyiciler de oldukça beğenmiş. Ama bazı eleştirmenler aynı görüşte olmadığı gibi bir de üstüne grubun müziğiyle "daft punk" (gerzek punk) diye dalgalarını geçmişler. Rock müzikten ekmek yiyemeyeceklerini anlayan Bangalter ve Homem-Christo, rock müzikten ekmek yemekte ısrarlı Brancowitz ile yollarını ayırıp, vakti zamanında kendilerine yapılan o benzetmeyi grup ismi olarak kendilerine koyup yola farklı bir kulvardan tekrar giriş yapmışlar. (Bu arada Brancowitz'in şimdilerde synth pop ve rock karışımı müzik yapan Phoenix'te gitarist olduğunu ekleyelim.)

French house, synth pop, nu-disco, electropop, acid house türlerinde kendini bulan ikili, beklenen beşinci stüdyo albümleri Random Access Memories ile belki de en iyi albümlerinden birini yapmışlar. Bunu benim gibi Daft Punk hayranı ve de uzmanı olmayan birinin söylemesine itibar etmek ne derece doğru olur bilmem. Daft PunkDa Funk, One More Time, Around The World (ve onun Michel Gondry tarafından çekilmiş şahane videosu), AerodynamicHarder, Better, Faster, Stronger, Robot Rock gibi single'lardan tanımak bana yeter diye düşünmüşümdür. Böyle düşünmeden önce grubun tüm albümlerini dinlemiş, uzun ve sıkıcı bulmuşumdur. Bu yüzden hiçbir zaman albüm formatında beğendiğim bir grup olmamışlardır. Fakat Random Access Memories, albüm formatında Daft Punk'ı beğendiğim ilk albüm oldu.

Pop rock ve 70'ler disko müziği karışımı Give Life Back To Music, müziğiyle olduğu kadar manidar ismiyle de iyi bir açılış şarkısı. Bu yılın şu dakikalarına kadar synth pop ve elektronik müzikte şöyle heyecan uyandıracak birilerine rastlayamamanın üzüntüsü üzerine iyi gitmiştir. Bu müziğe yeniden hayat vermek isteyen kişilerin 90'lar kökenli bir grup olması da ayrıca manidardır. Dokuz dakikalık Giorgio by Moroder, adından da anlaşılacağı üzere Daft Punk'ın çok sevdiği, 80'lerin ünlü İtalyan disko gitaristi Giorgio Moroder'a adanmış bir şarkı. Aslında şarkı demek pek doğru değil. Daha çok bir tasarım. İlk iki dakikası Moroder'in kendi sesiyle müzikal geçmişinden bahsettiği bir monolog. Sonra bir süre Daft Punk altyapısına Moroder'in bu kez naif gitar dokunuşlarıyla konuk olduğunu duyuyoruz. Derken kısa ve etkili bir yaylı geçişin ardından son üç dakikada aynı ritim sertleşip günümüz uyarlamasına dönüşüyor. O son üç dakikanın son bir dakikası ise bildiğin alternative rock hırçınlığıyla geçiyor. Şarkı Moroder'a çok yönlü görkemli bir selam duruyor.


Giorgio by Moroder gibi geçmişinde de deneysele yakın olgun işler yapan (hatta bu tavrı nedeniyle bazı kesimlerce lüzumsuz biçimde "dans müziğin Pink Floyd'u" benzetmesine kurban giden) Daft Punk ikilisi, Motherboard ve Contact şarkılarında da bu olgunluklarını iyice belirginleştiriyorlar. Ama herşeye rağmen benim gözümde Daft Punk iyi bir pop oluşumu. Başta Pharrell Williams'ın vokal konuğu olduğu yaz müjdecisi iki şarkı Get Lucky ve Lose Yourself To Dance olmak üzere, The Strokes solisti Julian Casablancas'ın misafirliğindeki Instant Crush ve Panda Bear ile birlikte yaptıkları Doin' It Right albümün ışıltılı anlarını oluşturuyor. (Bu arada bugüne kadar Panda Bear namına beğendiğim tek şey Doin' It Right oldu sanırım.)

Müziğe yeniden hayat vermek oldukça iddialı. Daft Punk belki bu albümde bu iddiasını tam olarak yerine getirmiyor. Ama kendi türünde çıkan onlarca bayık albümün yanında bu müziğe düzenli nefes aldırmayı başarıyor. Get Lucky ve Giorgio by Moroder gibi iki farklı şarkıyı bir albümde buluşturabilen çok fazla isim yok artık. Açıkçası bu atılımı Daft Punk'tan beklemezdim. Bana göre son işleriyle Depeche Mode bile yerinde sayarken (yok pardon, yerinde bile sayamazken!) Random Access Memories gerçekten iyi bir hamle sayılır. Eskiden olduğu gibi uzun ve sıkıcı anlar yok mu, var! Ancak deneysel girişimler yaparken kendinin bir laboratuvar faresi değil, laborant olduğunun farkına varmak çok önemli. Daft Punk'ta o farkındalık şimdi daha belirgin sanki. Laborantlar da yeri gelir disko ışıklarının altında dans etmeyi severler herhalde.

1. Give Life Back to Music
2. The Game of Love
3. Giorgio by Moroder
4. Within
5. Instant Crush (feat. Julian Casablancas)
6. Lose Yourself to Dance (feat. Pharrell Williams)
7. Touch (feat. Paul Williams)
8. Get Lucky (feat. Pharrell Williams)
9. Beyond
10. Motherboard
11. Fragments of Time (feat. Todd Edwards)
12. Doin' It Right (feat. Panda Bear)
13. Contact

16 Mayıs 2013 Perşembe

Escondido - The Ghost Of Escondido


Nashville / Tennessee, bizdeki Manisa / Kırkağaç fonetik bütünlüğüne sahip olduğu gibi, bir country western grubu için büyük bir referanstır. Şubat ayında çıkan debut The Ghost Of Escondido'nun sahibi Escondido ikilisi de Nashville / Tennessee'nin tozlu-sıcak-efkarlı atmosferini baştan ayağa hissettiren güzellikte. Bir Iowa kasabasında büyüyen, solo müzisyen olarak uzun süredir yollarda takılan, aynı zamanda Los Angeles kökenli Edward Sharpe & The Magnetic Zeros grubunun bir üyesi okan Tyler James ile, aslen  Vancouver / British Columbia dolaylarından gelen, kıyafet tasarımcısı olarak Oscar ve Country Müzik Ödülleri'nin kırmızı halılarına el yapımı kıyafetler dikmiş Jessica Maros'un yollarının kesişmesi de öyle filmlerdeki gibi değil. Müşterek bir arkadaşın ev stüdyosundaki partide karşılaşmışlar. Jessica, albümde de yer alan Rodeo Queen'i kanapede tıngırdatmaya başlayınca Tyler en yakındaki record tuşuna basıyor ve gitarıyla işin içine kendinden birşeyler katıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde kaydı dinleyen ikili, bu ufak seansın bir geleceği olduğunu hissederek bir süre beraber takılmaları gerektiğine ikna oluyorlar. Sonraki iki ay boyunca spaghetti westernler, 70'lerin müzikleri ve Ennio Morricone'den oluşan ortak zevkleri sayesinde işi iyice ciddiye almaya başlıyorlar.

Müzisyen arkadaşlarını da yanlarına alarak yaptıkları The Ghost Of Escondido, hem özünde, hem sözünde, hem de müziğinde çok iyi bir albüm. Olması gerektiği gibi akustik western hüznüne sahip. Ama bu akustiği hımbıl bir country ile yerelleştirmek (ve bu sayede sıradanlaştırmak) yerine, western elektrik gitarlarla, trompetle, keyboardla daha da derinleştirerek ruh kazanıyorlar. Açılış şarkısı Evil Girls ile daha ilk dakikalarda rengini belli eden albüm, peşinden gelen Bad Without You ve Cold October ile alelade bir Nashville / Tennessee grubundan (evet, büyük referanslara rağmen onların da aleladesi var!) farklı olgunluk belirtileri gösteriyorlar. Özellikle de albümün en iyilerinden Cold October, işi büyütüp Fleetwood Mac, Tom Petty, hatta Dire Straits'in Brothers In Arms öncesi blues ve folk yoğunluğuna mütevazi biçimde yelken açıyor.


Jessica'nın kanepede tıngırdatarak temellerini attığı Rodeo Queen'in geldiği nokta hayranlık verici. Willow Tree, üzgün haline rağmen ayakta durma gücüne sahip olduğunu da anlatabilen, gitar ve Jessica'nın birlikte sürükledikleri ana hatlar üzerine naif bir elektrik gitarla gri ambient bulutlar yerleştirmiş dokunaklı bir beste. Special Enough, sanki Willow Tree'nin başladığı işi bitirsin diye (gerçi Willow Tree'de herhangi bir bitmemişlik duygusu yoktu) konmuş gibi ama o da kendi ayaklarına sahip. Don't Love Me Too Much sayesinde memnun olduğumuz o kasvet biraz olsun dağılıyor ve canlı müzik yapan bir country bar havasıyla tempo tutabiliyoruz. Keep Walkin' tek kelimeyle enfes! O ana dek çeşitli şarkılara geri vokal de yapan Tyler James, Keep Walkin'de Jessica ile birlikte topa girdiği müthiş nakaratta garaj vokalini konuşturuyor. İmgesel videosuyla ete kemiğe büründükleri Black Roses'ın zirvelerde gezinen güzelliği, "sondan bir önceye konabilecek en iyi şarkılar" adında bir kulüp kurmaya özendiriyor. Son şarkı Chase The Moon, hiç de son şarkı gibi dehşet bir final yapmayan, ama tam da bu sebepten Escondido'nun karakterini yansıtan bir şarkı.

Jessica Maros'un kırsalda yetişen en güzel çiçeği andıran sesinin yol açtığı kalp kırıklıklarıyla başedebilmek için yine onun şefkatine ihtiyacımız oluyor. O da gerekeni yapıyor. Bir yandan kalbimizi kırarken, bir yandan da onu tamir edebileceğine bizi ikna ediyor. Tyler James'in Nashville / Tennessee hudutları içinde kalıp müzikal açıdan bunu kör bir muhafazakarlığa dönüştürmeyen tavrı, biz dinleyenlere hem köklere bağlılık, hem de sağduyulu bir arayış olarak yansıyor. Tüm bunların hepsi parçalı bulutlu western gökyüzünün altında gerçekleşiyor. Onlar stüdyoda bu şarkıları kaydederken sanki Morricone'nin gölgesi de onları izliyor. Sonra üstat yine kimselere görünmeden sessizce kapıdan çıkarak orayı terkediyor.

1. Evil Girls
2. Bad Without You
3. Cold October
4. Rodeo Queen
5. Willow Tree
6. Special Enough
7. Don't Love Me Too Much
8. Keep Walkin'
9. Black Roses
10. Chase The Moon

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Iron Maiden - Somewhere In Time


Iron Maiden, hakkında birşeyler yazamayacağımı düşündüğüm gruplardan biridir. Bunda kendilerinin yaşayan bir efsane oluşlarının ve bu efsane ile ilgili ne gibi söylenmemiş şeyler bulabileceğimin çaresizliği etkendir. Ama Sam Dunn ve Scot McFadyen'in gecikmeli olarak izlediğim Iron Maiden: Flight 666 belgeselinin de gazıyla daha fazla sessiz kalamayacağımı hissettim. Zaten amaç söylenmemiş birşeyler değil. Sadece Iron Maiden olgusunun bir kültür, bir yaşam biçimi, bir din gibi algılanışını hiç bu kadar yakından görememiş olmamdan ötürü benim de gönül bağımın bulunduğu bu ustalar topluluğuyla ilgili kendi çapımda vefa borcumu ödemek. Buna vesile olacak albümün de 1986 tarihli Somewhere In Time olmasını kendi adıma uygun buldum. Benim için anlamı çok büyük. Satın aldığım ilk Maiden kaseti olması yeterli bir sebep. Iron Maiden, bu albüm öncesinde sadece Run To The Hills ve The Number Of The Beast'i bir şekilde duymuş ama gözümü hard rock bürümüş olmasından dolayı üzerinde fazla duramadığım, uzaktan saygı duyduğum bir gruptu. Somewhere In Time sayesinde gerçek kıvamını buldu.

O yıllarda belli bir dönem neredeyse hergün dinlediğim Somewhere In Time, her dinleyişimde yeni riffler, ataklar, nağmeler, lirikler sunuyordu. Bu yüzden bir albümü hergün dinleyerek eskitmek istememe prensibim bu albüm için geçerliliğini yitiriyordu. Topu topu 8 şarkı vardı ama her biri kendi içinde çiçek gibi açılıp serpildikçe sanki bir şarkının içinden yeni iki üç tane daha çıkıyordu. Böylece istesem de eskitemeyeceğim bir albümle daha tanışmış olmanın huzuru, gün içinde ona kavuşacağım anı beklerken yaşadığım heyecana ortak oluyordu. Zaman temasına odaklanan konseptini o yıllarda tam kavrayamamış olsam da, müziğin yarattığı benzersiz atmosfer her seferinde zaten beni bambaşka bir zamana ve aleme götürüyordu. "Kitap gibi" benzetmesini yaptığım ilk albüm de budur sanırım.


Somewhere In Time, aynı zamanda grubun gitar synthesizerı kullandığı ilk albüm. Zaten önceki albümleriyle karşılaştırıldığında aradaki sound farkını görmek için Iron Maiden uzmanı olmaya gerek yok. Bu yüzden Somewhere In Time öncesi çiğliğe tutkuyla bağlı olanları ilk başta "ne oluyoruz"a sürüklemiştir. Fakat sahip olduğu üstün nitelikleri değişmediği sürece bir parça sound değişikliği yaşamaları onların çıtasını düşürmemiş, tam tersi, onları hayran kitlesini katlayacak daha gizemli, daha özgün, daha özgür bir rotaya sokmuştur. Tür olarak NWOBHM (New Wave Of British Heavy Metal) dendiğinde akla Iron Maiden'dan başkasının zor gelmesinin sebeplerinden biri de bu benzersizlik, bu zamansızlık yüzündendir. Albümle ilgili bir başka detay ise, Bruce Dickinson'ın daha akustik ve folk bir albüm olması dilekleriyle yazdığı materyallerin grup tarafından (süper bir hareket olarak) reddedilmesi ki, Somewhere In Time tüm bu sebeplerin toplamında hem grup, hem de onların edinecekleri hayran kitleleri için kesinlikle bir dönüm noktasıdır.

Albüm kapağından liriklere kadar birçok referansın yıllar boyu irdelendiği Somewhere In Time, belki de aynı bizim kasetten dinlediğimiz 80'lerdeki saf ve çiğ duygularla dinlenmesi gereken bir başyapıt. Zaman kavramı üzerine epik bir duruşa sahip olması, onun kendi zamanının dışına taşan bu bilgeliğinde anlamını buluyor. 80'lere, 90'lara, 2000'lere sığmayan bu duruş, nostaljinin ötesine geçip bir zaman makinesinin fonksiyonlarına sahip olduğunu hissettiriyor. Iron MaidenIron Maiden yapan en önemli unsurların başında gelen büyük usta Steve Harris'in tek başına yazdığı Caught Somewhere In Time, Heaven Can Wait, The Loneliness Of The Long Distance Runner ve Alexander The Great, grubun istikrarlı biçimde sürdürdüğü progressive yoğunluğunu melodik öğelerle harmanladığı harika besteler. Harris'in bir mühendis edasıyla herşeyini planladığı bu şarkılar, atılan temellerin üzerine katlar, balkonlar, teraslar çıkıyorlar.

Iron Maiden: Flight 666 belgeselinde kısa bir süre de olsa içindeki blues gitaristini gördüğümüz Adrian Smith besteleri olan Wasted Years, Sea Of Madness ve Stranger In A Strange Land de albümün sekiz ağır topundan üçü. Wasted Years'ın single iskeleti her ne kadar zamanında bazı fanatik Maiden hayranlarını kızdırsa da, aradan geçen yıllar sayesinde eskimeyeceği anlaşılan bu şarkı da Somewhere In Time'ın marşlarından biri olmaya hak kazanmıştır. Albümün tek ortak çalışması, Steve Harris ve Dave Murray bestesi olan ve bana göre lokomotiflerden biri olan Deja-Vu'dur ki, zaten Harris'in elini attığı her bestenin böyle olması neredeyse kaçınılmazdır. Harris dışında beste yapan ya da katkıda bulunan diğer grup üyelerinin de bu destansı tarzdan vazgeçememesi, onun grubun müzikal vizyonuna ne derece hakim olduğunu, bir diktatör değil bir öğretmen portresi çizdiğini kanıtlar nitelikte.


Yukarıda dile getirdiğimiz yersiz isteğinden dolayı bu albümde hiçbir besteye imza atamayan Bruce Dickinson'ın o benzersiz sesiyle her şarkıya asıl imzasını yine attığını görüyor, duyuyor, iliklerimize kadar hissediyoruz. Dünyanın en iyi rock vokallerinden biri olan Dickinson havada olduğu kadar yerde de müthiş bir pilot. Bunu saçma bir benzetme amacıyla söylemedim. Opera stiliyle bir ikon haline gelmiş bu tenor insan, şarkıların nereye, nasıl uçacaklarına, nerede yükselip alçalacaklarına, nerede yere ineceklerine karar veren profesyonelliğiyle yıllardır nicesine ilham kaynağı. Davuldaki büyük usta Nicko McBrain de aynen öyle... Milyonların hayran olduğu ünlü davulcuların bile bir iki teknik kaparız umuduyla ağzı açık izlediği McBrain, Somewhere In Time'da kusursuz bir performans sunuyor. Bu adamı daha yakından tanımak için yine Flight 666 belgeseline ve her türlü konser görüntülerine başvurmak herşeyi özetleyecektir.

Somewhere In Time'dan iki yıl sonra çıkan Seventh Son Of A Seventh Son ile efsane kaldığı yerden devam etti. Yine mest oldum. Ama bu kez ne beklediğimi bilerek (ve beklediğimi bularak) dinlediğim bu albüm, iki yıl önce ne beklediğimi bilmeden (ve bilmediğim için hazırlıksız olarak) dinlediğim Somewhere In Time'ın bendeki "ilk" oluşunun manevi değerinde olamadı doğal olarak. Yine de dev Iron Maiden kariyerinde benim için anlamı en büyük iki albüm Somewhere In Time ve Seventh Son Of A Seventh Son'dır. Onları Iron Maiden'a en hazır olduğum dönemde tanımışımdır. Sonrasında ne yaptılarsa geçmişin gözüme indirdiği perde yüzünden bana görünen olumsuzlukları görmezden gelmişimdir. Oysa bu iki efsane Maiden albümü mükemmeldir. Sonrasında rastlanacak olası kusurları örtebilecek kadar hem de...

1. Caught Somewhere in Time
2. Wasted Years
3. Sea of Madness
4. Heaven Can Wait
5. The Loneliness of the Long Distance Runner
6. Stranger in a Strange Land
7. Deja-Vu
8. Alexander the Great

5 Mayıs 2013 Pazar

Tom Keifer - The Way Life Goes


Hard rock efsanelerinden Cinderella'nın herşeyi Tom Keifer'ın üzerinde 2003'ten beri çalıştığı ilk solo albümü The Way Life Goes, Nisan'ın son günü nihayet çıkmış bulunuyor. Keifer'ın sesini kayıtlarda en son 1994 Cinderella albümü Still Climbing'de duymuştuk. Hiç de iyi bir veda sayılmazdı. Veda olduğu bilinmiyordu gerçi. Cinderella'dan bahsederken de söylemiştim. Keifer, Heartbreak Station turundan sonra ses tellerindeki tümörler yüzünden sesini yitirdi. Geçirdiği operasyonlar sürerken bu defa annesini kanserden kaybetti. 1995'te Cinderella dağıldı. Tedavisi sürerken karısı Emily'den boşandı. Depresyona girdi. Sonra sesini tekrar kazanır gibi oldu ama hastalık ona kötü musallat olmuştu. Nerdeyse 15 yılı ameliyatlarla ve bu sıkıntılarla geçti. Acılarla dolu bu son dönemde çıkarmaya çalıştığı solo albüm Keifer için bir onur meselesine dönüştü.

Tom Keifer bu süreçte hep şarkılarını yazmayı sürdürdü. Onlarca şarkı arasından zaman içinde 14 tanesini seçti. Bu yazma sürecinde yeni eşi Savannah Keifer ve yapımcı dostu Chuck Turner hep onun yanındaydılar. Bu üçlü albümü sadece yazmadı, aynı zamanda kaydetti, yapımcılığını üstlendi, miksledi, mutfakta kirli tek bir parça bırakmadı. Her türlü gitar Keifer'ın sorumluluğunda iken davulda Greg Morrow, basta Michael Rhodes, tuşlu çalgılarda Tony Harrell bu usta müzisyene eşlik etme şerefine ulaştılar. Albüm Warner Music Group'a bağlı bağımsız bir şirketten çıktı ki bu Keifer için çok rahatlatıcı bir tercihti. Çünkü olay başından beri büyük şirketlerin sıkıştırma ve dayatmalarından uzak, onun söylediği üzere "tatmin ve mutlu olana kadar çalış, prova yap, kaydet"ten ibaretti. "Albüm bittiği zaman biter, biz yeter ki olaydan keyif alalım, güzel şarkılar yazalım" prensibi, albüm yapmaya niyeti ve yeteneği olmayan insanları bile rahatlatacak etkiye sahipti zaten. Üzerinden defalarca gidilen The Way Life Goes'da ona göre hatalar da yapılmıştı belki. Ama onun için önemli olan, mutlu olunduğu hissedilen andı ve o andan sonra albüm yıllardır Tom Keifer duymaya hasret kalmış insanlara sunuldu.


The Way Life Goes, Solid Ground adlı eski Cinderella günlerinden kalma müthiş bir şarkıyla başlıyor. Keifer şarkının başında daha liriklere geçmeden öyle bir çığlık patlatıyor ki sanki sesine musallat olan tüm urların kıçına tekmeyi basıyor. Sonrasında It’s Not Enough, Cold Day In Hell, Fools Paradise, Mood Elevator, Ain't That A Bitch, Babylon gibi biryerlerden Cinderella'yı yakalayan ama çoğu zaman bunun bir solo olduğuna uyandıran diri şarkılar bizi bekliyor. Özellikle de Solid Ground ile birlikte albümden çıkan iki single'dan biri olan The Flower Song, 52 yaşındaki bir hard rock emekçisinin yeni nesle single nasıl yazılır dersi verdiği güzeller güzeli bir şarkı. Hani şu albümün dinamiğini hem tempo, hem de kalite açısından yavaşlatan birkaç beste olmasaymış, yıllar yıllar sonra gelen 14 adet Tom Keifer şarkısından oluşan bir albüm için "14 şarkı biraz fazla olmuş" demezmişiz sanki. Kabul etmek lazım, albüm 10 şarkıyla da çok güzel idare edermiş. Yine de biricik Tom Keifer'ın paşa gönlü öyle istemiş. Mırın kırın etmek saçma olur.

The Way Life Goes bir Heartbreak Station veya Long Cold Winter değil gibi abuk bir cümleyi kurmaya kimsenin hakkı yok. Kabul, bu solo albüm bir rock başyapıtı değil. Öylesi geldiğinde kimse yadırgamaz. Ondan beklenir. Ama başyapıt beklenen bir adamdan bunca acının ardından gelen gayet soylu, canlı ve mütevazi bir albüm bu. Belki Keifer eskisi kadar alamet-i farikası olan sesini çok fazla çatallayamıyor veya can evinden vuran baladlar yazamıyor. Lakin The Way Life Goes, bu kadar dalgayı atlatmış bir geri dönüş albümü için bir sürü olumlu sıfatı hak ediyor. Eğer The Way Life Goes yılın en iyi albümlerinden biriyse bu Tom Keifer gibi bir efsane sahalara geri döndüğü için ona duyulan koşulsuz sevgi, saygı ve güzel hatırdan dolayı değil, onun müzik tutkusundan türeyen azim yüklü iyi şarkıları bir çatı altında toplayabilmesinden dolayıdır.

1. Solid Ground
2. A Different Light
3. It’s Not Enough
4. Cold Day in Hell
5. Thick and Thin
6. Ask Me Yesterday
7. Fools Paradise
8. The Flower Song
9. Mood Elevator
10. Welcome to My Mind
11. You Showed Me
12. Ain't That a Bitch
13. The Way Life Goes
14. Babylon