31 Ağustos 2020 Pazartesi

Issız Ada Radyosu Arşivi (Ağustos 2020)

Sven Wunder - Doğu Çiçeekleri
Yıl: 2019 Türkiye
Tür: Jazz-Funk, World
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Tulip"
47Soul - Semitics
Yıl: 2020 Ürdün
Tür: Dabke, Hip-Hop, World
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Border Ctrl"
Shotski - The Double
Yıl: 2020 ABD
Tür: Garage Rock, Surf Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "The Double"
Biffy Clyro - A Celebration of Endings
Yıl: 2020 İngiltere
Tür: Alternative Rock
"F" Rate: 4/10
I.A.R. tavsiyesi: "Tiny Indoor Fireworks"
Khader Ahmad - Oriental Beats Vol.3
Yıl: 2020 Lübnan/Almanya
Tür: Oriental, World
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Taka Dum"
Lightracer - Across the Dark Sky
Yıl: 2020 Finlandiya
Tür: Spacesynth, Space Disco
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Supersonic"
 
Tycho - Simulcast
Yıl: 2020 ABD
Tür: Downtempo, Chillwave
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "PCH"
 
Moshi Moshi and The Moist Boys - Rub My Lamp
Yıl: 2020 Norveç
Tür: Garage Rock, Surf Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Robo Pimp Adventures"
James Brown - Sex Machine
Yıl: 1970 ABD
Tür: Soul, Funk
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: "Get Up I Feel Like Being a Sex Machine"
Alphaville - Forever Young
Yıl: 1984 Almanya
Tür: Synthpop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Sounds Like a Melody"
 
 
Private World - Aleph
Yıl: 2020 İngiltere
Tür: New Wave
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Alien Funeral"
Lock, Stock and Two Smoking Barrels OST
Yıl: 1998 İngiltere
 Tür: Funk, Soul, Rock, Garage Rock
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: The Stooges - "I Wanna Be Your Dog"
 
 
Glass Towers - Halcyon Days
Yıl: 2013 Avustralya
Tür: Indie Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Jumanji"
Maya Hawke - Blush
Yıl: 2020 ABD
Tür: Indie Pop, Indie Folk
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Generous Heart"
Mestizo Beat - Canoga Madness
Yıl: 2020 ABD
Tür: Funk, Afrobeat, Soul
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Osvaldo's Rebellion"
Hundredth - Somewhere Nowhere
Yıl: 2020 ABD
Tür: Shoegaze, Synthpop, Post-Punk
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Cauterize"
S.U.N. - Something Unto Nothing
Yıl: 2012 ABD
Tür: Hard Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Nomad"
 
 
R.E.M. - Green
Yıl: 1988 ABD
Tür: Alternative Rock, Power Pop
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Stand"
The Atomic Bitchwax - Scorpio
Yıl: 2020 ABD
Tür: Stoner Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "You Got It"
 
Led Zeppelin - Led Zeppelin II
Yıl: 1969 İngiltere
Tür: Hard Rock, Blues Rock
"F" Rate: 10/10
I.A.R. tavsiyesi: "Whole Lotta Love"

16 Ağustos 2020 Pazar

Rope Sect - The Great Flood


Kendilerine Inmesher (vokal, gitar, davul), Harbinger (bas), Gaarentwynder (gitar), Redeemer (davul) gibi tuhaf sahne isimleri vermiş müzisyenlerden kurulu Alman gothic rock, post-punk grubu Rope Sect, ilk albümleri The Great Flood ile tüylerimizi ürpertmeye geliyor. Öncesinde henüz dinleme fırsatı bulamadığım, aslında fırsattan ziyade biraz da üşendiğim 2017 tarihli 6 şarkılık EP'leri Personae Ingratae bulunuyor. İçinde "goth" veya "gothic" geçen önüme gelmiş her yemeğin tadına mutlaka bakan biri olarak The Great Flood önüme geldiğinde öyle basit bir tadım olmayacağını anladım. Gotik atmosferin post-punk bileşenlerine olan akrabalığını ön plana çıkaran çoğu grubun anavatanı Almanya'dır. Gerçi bu vesileyle gothic rock/metal çöplüğüne dönüşen de yine orasıdır bana göre. Rope Sect ise The Great Flood ile gerçekten iyi bir örnek teşkil ediyor. Gotik ambiyans, gizem, gerilim, tutku, ruh her şeyi tamam. Bu heyecanları daha önce tatmış olanlar için 10 şarkılık güzel bir yolculuk yapma fırsatı.

Divide et Impera ile gümbür gümbür bir açılış yapan Rope Sect, bu estetik gümbürtü anlayışının sadece açılışa özel olmadığını gösterircesine tüm meziyetlerini ortaya dökmeye başlıyor. Kadife bir sertlik onlarınki. İkinci şarkı Rope Of The Just, üçüncü şarkı Eleutheria hep böyle gidiyor. Şarkılar dinledikçe, işledikçe ışıldıyor. Ama özellikle Divide et Impera ile birlikte adeta bir riff hazinesi olan, sanki koyu bir klasik müzik eseri gibi gitarların gövde gösterisi yaparak inşa ettikleri The Underground Paradise ve bu müzikte karanlığın nasıl kendi aydınlığını yaratabildiğini ama yine de karanlık kalabildiğini gösteren Issohadores fazla işlemeden de profesyonelliklerini ilk baştan ilan edebilen şarkılar. Gotik dimağlara ders niteliğindeki bu albümün en ışıltılı anları. Enstrümantal ve yine riff zengini Non Serviemus'un verdiği "vokalsiz de harikayız" mesajını eklememek olmaz. Zaten gothic rock içinde gotik olabilmek çok kolaydır. Önemli olan o karanlığı detaylarla fırsata çevirip güçlendirmek. Rope Sect son yıllarda bunu yapabilen ender oluşumlardan biri.

King Dude ve Grave Pleasure isimli gruplarda çalışmış Mat "Kvohst" McNerney'nin Prison Of You ve Flood Flower şarkılarında ana vokalde yer aldığı, istikrarı bozmayıp çeşni kattığı albüm, öz hakiki vokal olan Inmesher dostumuzun bağırıp çağırmadan, ketum sesiyle karanlık güzelliklerine güzellik katılmış şarkılardan oluşuyor. Bu türle epey vakit geçirmiş bir dinleyici olarak şunu söyleyebilirim ki, Rope Sect Alman gruplardan ziyade İskandinav grupları daha çok andırıyor. Bunda Inmesher'ın ses renginin de payı var. Alman gruplarındaki vokallerin çoğunun Dave Gahan öykünmesi ruhsuz söyleyişlerinden farklı bir doku mevcut. Konumuz değil ama Alman grupları son yıllarda özellikle 70'lerden ilham alan psychedelic stoner rock hususunda çok iyiler. Müziğin milliyeti olmaz elbette. Alman da olsa, İskandinav da olsa Rope Sect temsil ettiği türlerin hepsine çok hakim ve bu hakimiyetine o karamsar ruhu katabilmiş gruplardan. Amacı eğlenmek ve eğlendirmek olmayan, karamsarlığıyla hayatın yükünü unutturmayıp gerçekçi ve kederli yanlarımızı besleyen gothic rock, post-punk, post-rock, dark folk, hatta melodic death metal ve türevlerine de ihtiyacımız var. İçinde ölüm, karamsarlık, keder barındırmaları onları her zaman gamlı baykuş yapmaz.

1. Divide et Impera
2. Rope of the Just
3. Eleutheria
4. Prison of You (feat. Mat "Kvohst" McNerney)
5. The Underground Paradise
6. Hiraeth
7. Flood Flower (feat. Mat "Kvohst" McNerney)
8. Non Serviemus
9. Issohadores
10. Diluvian Darkness

11 Ağustos 2020 Salı

Another Sky - I Slept On The Floor


Londralı dört müzisyenin kurduğu Another Sky, iyi albüm bulmakta zorlandığım şu günlere bir güneş gibi doğan ilk albümleri I Slept On The Floor ile fark yaratmayı başarmış çıtır çıtır bir grup. Müzikal geçmişleri hakkında bir bilgim yok ama albüm indie pop ve indie rock karışımından güçlü, tutkulu ve sinematik bir post-rock / art pop dengesi taşıyan şarkılardan oluşuyor. Bunun yanında kimi zaman Coldplay'i andıran pop rock ve art rock skalasında da geziniyorlar sık sık. Bu sound kokteyline bir de Catrin Vincent'ın harikulade vokali eklenince olay başka yerlere gidiyor. Öyle ki yer yer Bon Iver ya da Novo Amor tarzı anlara tanık oluyoruz. Her iki örnek de naif erkek vokalleri içeriyor. Zaten Catrin Vincent'ın sesini ilk duyduğunuzda bir erkek olduğuna neredeyse emin oluyorsunuz. Oysa Vincent'ın kadın olduğu ama sesinin erkek vokallere benzediği gerçeği bu şarkılara doğrudan maskülen ya da feminen bir karakter katmıyor. Adeta cinsiyetsiz bir hümanizm ile kuşatılıp, müzik ve vokal uyumundan güç almış şarkıların kendine has büyüsüyle kolektif duyguların ağına düşüyorsunuz.

Bu müzikal karışım, uyum, kolektivizm ve artık başka ne söylenebilirse hepsinden vücuda getirilmiş şarkılar dönmeye başladığında daha ilk iki şarkı How Long? ve Fell In Love With The City ile hemen tavlandım. Melankolisi, tutkusu ve sinematik anlar yaratan atmosfer bilinçleriyle zaten belli bir kalite çıtası oluşmuş dinleyicileri tavlayamamaları çok zor. All Ends, Brave Face, Riverbed, The Cracks, Avalanche beşlisi de lafı dolandırmadan kalitelerini ortaya koyan şarkılar bana göre. Ama lafı dolandıran ve kalitesini tekrar tekrar dinledikçe ortaya koyan Life Was Coming In Through The Blinds ve Tree de Another Sky'ın ne kadar çok boyutlu bir grup olduğunu işaret eden şarkılardan. Benzetmek için sadece birkaç grup ismi sayabildim ama eminim ki bilmediğim veya aklıma gelmeyen başka referanslar da olabileceğini hissediyorum. Zaten bazı kaynaklarda Another Sky için benzer isimlerde adını hiç duymadığım ve merak ettiğim onlarca yeni isme rastlamam da beni ayrıca heyecanlandırdı.

Her örneğini benimsemesem, zor beğensem de art pop namına sevdiğim isimlerden Bon Iver ve Novo Amor benzerlikleri bile benim için yeterli. Öyle ki, albüme adını veren iki dakikalık I Slept On The Floor'u alıp herhangi bir Bon Iver albümüne koysak kimse bu nedir demez. Let Us Be Broken'da Catrin Vincent, Yes solisti Jon Anderson ile düet yapıyor desek belki birkaç kişi kandırabiliriz. Aynı anda hem pop, hem de rock yönü güçlü olan, bu yönleri dengeli ve yormayan biçimde post-rock evrenine entegre edebilen, aslında post-rock'ı amaç değil araç edinerek bir nevi ezber bozan Another Sky, keşke her yeni grup bu kadar yoğun ve tutku dolu olsa dedirtiyor. Aynı şekilde keşke her debut da I Slept On The Floor kadar yürekten şarkılarla dolu olsa diye düşündürüyor. Grubun soundundaki o kararlı kederlilik, Catrin Vincent'ın sesindeki o güçlü kırılganlık grubu özetlemek için yeterli olsa da, Another Sky bir özetten çok daha fazlasını hak eden bir oluşum.

1. How Long?
2. Fell in Love With the City
3. Brave Face
4. Riverbed
5. The Cracks
6. I Slept on the Floor
7. Life Was Coming in Through the Blinds
8. Tree
9. Avalanche
10. Let Us be Broken
11. All Ends
12. Only Rain

5 Ağustos 2020 Çarşamba

Lost In Translation (OST)


Sofia Coppola'nın yazıp yönettiği, Bill Murray ve Scarlett Johansson'un başrolleri çok güzel paylaştıkları Lost In Translation, romantik yapımlar arasında her zaman gönlümde bir yere sahip filmlerdendir. Onu izlemek için özel ve izole bir ortam yaratılmalıdır ki, sade ama yoğun dünyasına daha bir adapte olabilelim. Film hakkında zaten söylenecek şeylerimi sözlediğimi zannederken, geçenlerde bir kez daha izledikten sonra aslında başka şeyleri de unuttuğumu ya da yeniden ifade etmek istediğim şeyler olduğunu anladım. Ama Lost In Translation, hakkında uzun uzadıya konuşulacak değil, içerdiği özgün romantizme teslim olunacak ve gerekirse birden fazla izlenecek bir film. Tabiî bunun yanında izlerken dinlenecek bir film aynı zamanda. Ama izlenmediği zaman da dinlenebilmesi için bir soundtrack albümü de var. Çünkü Lost In Translation'ı görmek demek aynı zamanda onu dinlemek demek ki, görmeden dinleyen ile gördükten sonra dinleyen arasında bariz farklar yaratacağı da garanti. Zaten bir sürü iyi soundtrack için de durum böyle değil mi?

Filmin genel müzik direktörlüğünü üstlenen Kevin Shields aynı zamanda yolda gördüğünüz her iki shoegaze, noise pop, dream dop, post-punk türü müzik yapan gruptan her ikisini de etkilemiş olan My Bloody Valentine ve dinleyenlerine yıllarca tam bir tür panayırı yaşatan Primal Scream gruplarının önemli bir üyesi. Hâl böyleyken, onun el atacağı soundtrack albümden de farklı bir atmosfer de beklemek doğru olmaz. Nitekim filmin kendi atmosferi de bu ruh birliğine uygun olunca ortaya çıkan durum, hani neredeyse Lost In Translation film dünyasında ne ise, albüm de soundtrack dünyasında aynen o...


Albümde ikisi normal uzunlukta, ikisi normal kısalıkta dört Kevin Shields şarkısı yanında bir adet de My Bloody Valentine şarkısı bulunmakta. Ama bu bir ego albümü değil. Death In Vegas, Sébastien Tellier, Air ve Jesus & Mary Chain parçaları her ne kadar Shields karakterine çok uyumlu da olsalar, esas uyumlu oldukları şey filmin o kafası hüzün ve huzurla bulanmış, üstelik bundan dolayı doğal biçimde bir mutlu olma efkârı sahiplenmiş olağanüstü dokusu. Charlotte'un bir Tokyo gökdeleninden kalabalık yalnızlığına baktığı sırada çalan Squarepusher'ın 1:20 dakikalık Tommib'i bile tek kelime etmeden çok şey anlatıyor. Bu şarkılar dünyanın uzak bir köşesinden bize yakınlaşan filmin o hüzün dalgalarını tsunami misali üzerimize süren naiflikte. Hayran olunası bir minimalizmin tuhaf bir dostluk/aşk muğlaklığına sığınışı. Öyle ki, bu tanımlara uymayacağı düşünülebilecek cıvıl cıvıl Phoenix şarkısı Too Young dahi bu muğlaklığa ters düşmüyor.

Albümün sonunda Bill Murray'in karaoke barda Roxy Music şarkısı More Than This'i yorumlamasına da yer verilmiş ama sanki filmde yorumladığı gibi değil. Olsun, zaten filmde Bill Murray yerine Bob Harris vardı ve albümde de o varmış gibi duydum ben. O zamanlar şarkıcılığa olan hevesi fazla olmadığından mıdır, bir Scarlett Johansson şarkısı yoktu. Olsa fena olmazdı. Lâkin Sofia Coppola'nın asıl iletmek istediği ve fazlasını ilettiği Bob Harris ile Charlotte arasında yaşanan imkansızlıklarla çevrilmiş belirsizliği yansıtacak en doğru şarkılardan bir demetin sergilendiği mutsuz bir albüme ekstradan dahil edilebilecek şarkıları konuşmak çok anlamsız. Tıpkı iki benzemezin hayatlarının en güzel gecesini, sonra da en acı ayrılıklarını yaşadıkları bir garip (ama delicesine bastırılmış arzulu) ilişkinin üzerine "keşke..."ler kurmanın anlamsızlığı gibi.

1. Intro/Tokyo
2. Kevin Shields - City Girl
3. Sébastien Tellier - Fantino
4. Squarepusher - Tommib
5. Death in Vegas - Girls
6. Kevin Shields - Goodbye
7. Phoenix - Too Young
8. Happy End - Kaze Wo Atsumete
9. Roger Joseph Manning Jr. & Brian Reitzell - On the Subway
10. Kevin Shields - Ikebana
11. My Bloody Valentine - Sometimes
12. Air - Alone in Kyoto
13. Roger Joseph Manning Jr. & Brian Reitzell - Shibuya
14. Kevin Shields - Are You Awake?
15. The Jesus & Mary Chain - Just Like Honey
16. Bill Murray - More Than This

31 Temmuz 2020 Cuma

Issız Ada Radyosu Arşivi (Temmuz 2020)

Mabel Matiz - Maya
Yıl: 2018 Türkiye
Tür: Pop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Kalbime Azap" (feat. Gülden Karaböcek)
NINA - Synthian
Yıl: 2020 Almanya
Tür: Synthpop, Synthwave
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Synthian"
Marc Cohn - The Rainy Season
Yıl: 1993 ABD
Tür: Pop Rock, Singer/Songwriter
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Walk Through the World"
VA - Top Gear
Yıl: 1994 ABD/İngiltere
Tür: Hard Rock, Pop Rock
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: The Fabulous Thunderbirds - "Tuff Enuff"
The Allergies - Say the Word
Yıl: 2020 İngiltere
Tür: Hip-Hop, Funk, Electronic
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Hot Sensation"
Sahara - Pure Glass
Yıl: 2020 Kanada
Tür: Indie Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Chimes"
City of the Sun - To the Sun and All the Cities in Between
Yıl: 2016 ABD
Tür: Post-Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Winter 2011"
 
The New Mastersounds - Theraphy
Yıl: 2014 İngiltere
Tür: Funk, Jazz-Funk
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "WWIII (And How to Avoid It)"
Greyhounds - Primates
Yıl: 2020 ABD
Tür: Blues Rock, Psychedelic Soul
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Stay Here Tonight"
Cub Sport - Like Nirvana
Yıl: 2020 Avustralya
Tür: Indie Pop, Psychedelic Pop
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "I Feel Like I Am Changin'"
Beyaz Kelebekler - Köln Session
Yıl: 1976 Türkiye
Tür: Pop, Funk
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Sen Gidince"
Saratan - Dark Orient
Yıl: 2017 Polonya
Tür: Oriental Metal, Cover
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Wherever I May Roam"
The Naked and Famous - Recover
Yıl: 2020 Yeni Zelanda
Tür: Indie Pop, Electropop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Easy"
R.E.M. - Up
Yıl: 1998 ABD
Tür: Pop Rock, Alternative Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Daysleeper"
nemanja - Tarot Funk
Yıl: 2019 Hırvatistan
Tür: Funk, Psychedelic
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Justice"
Jon Anderson - 1000 Hands: Chapter One
Yıl: 2019 İngiltere
Tür: Progressive Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Ramalama"
VA - Turkish Çiftetelli Funk
Yıl: 2020 Türkiye/İngiltere
Tür: Funk, Disco, Fusion
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: Beynelmilan - "Bahariye Çiftetellisi"
Pink Floyd - The Division Bell
Yıl: 1994 İngiltere
Tür: Progressive Rock, Art Rock
"F" Rate: 10/10
I.A.R. tavsiyesi: "High Hopes"
Pat Benatar - Greatest Hits
Yıl: 2005 ABD
Tür: Pop Rock, Newave
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Love is a Battlefield"
 
The Commitments OST
Yıl: 1991 İrlanda
Tür: Blues Rock, Soul
"F" Rate: 10/10
I.A.R. tavsiyesi: "Mustang Sally"

26 Temmuz 2020 Pazar

R.E.M. - Monster


R.E.M. diye bir grubun varlığına uyandığım 7. albüm Out Of Time (1991), hele de benim için sadece grubun en iyisi değil, tüm zamanlarımın en iyi albümlerinden biri olan Automatic For The People (1992) sonrası artık nasıl bir REM albümü gelebilir ki, gelse de çıtayı aşabilir mi ki diye meraklandığımız 90'ları çok özlüyorum. 8 albüm boyunca folk rock, pop rock, indie rock civarında akustik duygulara tercüman olan olağanüstü şarkılar yazmış, çalmış, söylemiş olmaları artık bir sonraki albümde neremize dokunacaklar merakından öteye gitmiyordu. Ama 1994'te öyle bir REM albümü geldi ki, şaşkınlık yaşamak üzerine yüzlerce benzetme yapabilirim. Bu şaşkınlık tamamen sound kaynaklı. Zira Monster adındaki bu albüm, grubun kariyerinde tek tük şarkılara biçilmiş alternative rock, garage rock ve hiç biçilmemiş grunge, glam rock, post-punk karması cayır cayır bir rock manifestosuydu. Yine çok iyi yazılmış şarkıların bu kez distortion güdümlü gitarlarla, puslu bir atmosferle, alışık olunmadık Michael Stipe lirikleriyle dizayn edilmiş 12 haline tanıklık ettik. Başka bir REM albümünde bu olmadı, sonra da olmayacaktı. İlk ve sondu.

Aslında Monster'ın arka planında çok ilginç olaylar yok. Başta davulcu Bill Berry olmak üzere grup üyeleri 8 albüm boyunca istikrarla yürüttükleri akustik rock soundundan farklı olarak sadece "rock" yapmak istiyorlar. Gitarist Peter Buck, albüm için tam 45 şarkı yazdıklarını, bunlardan yapacakları seçkilerle yeni albümü aynı sound ile piyasaya süreceklerini ama birdenbire gelen bu farklı bir şeyler yapma fikri etrafında herkesin anlaşması sonucu ortaya Monster'ın çıktığını söylüyor. 94-96 arasında planlanan tur için yeni materyaller çalmak istemeleri, çalacakları şeylerin de daha rock olmasını istemeleri gibi haklı gerekçeleri var. Berry ve basçı Mike Mills'in rahatsızlıkları, Buck ve Stipe'ın ailelerine vakit ayırmak istemeleri, ayrıca sonuçları albüme de yansıyacak iki trajik ölüm de bu hikayenin bir parçası. Stipe'ın arkadaşları olan oyuncu River Phoenix'in 31 Ekim 1993'te 23 yaşında ve Kurt Cobain'in 5 Nisan 1994'te 27 yaşında hayata veda edişleri Monster'ın bazı hücrelerine sızıyor. Monster'ı olağanüstü yapan şey, bu acıları ve o sertliği sağaltan, sağaltırken yoğunlaştıran, meditatif bir döngüye sokan, sonra da oradan çıkmanın ip uçlarını veren, hem kendini, hem de kendinin bambaşka bir yönünü keşfeden bu soundun doğurduğu ender ruh bütünlüğü.


Monster'ın açılış parçası, aynı zamanda ilk teklisi What's The Frequency, Kenneth?, adını gazeteci ve anchorman Dan Rather'ın 1986'da saldırıya uğradığı bir olaydan almış. Nereden aldığı o kadar önemli de değil. Asıl önemli olan, hiçbir REM albümüne benzemeyen bu albümün hiçbir REM şarkısına benzemeyen örneklerinden biri olması. Ondan sonra gelen, Sonic Youth ikonlarından Thurston Moore'un gitarı ve vokaliyle konuk olduğu Crush With Eyeliner'ı da dahil ederek grunge, alternative rock, glam rock artık ne deniyorsa hepsinin tencerede karıştırılıp bunun REM lisanına uyarlanışı, sanki yeni bir dil öğrenmişçesine heyecan yaratan bir yeniliğe sahip. King Of Comedy, o yeniliği "glam dance" demek istediğim acayip bir boyuta taşımış. Stipe'ın efektli vokali ve synth pop altyapının gitarla işbirliği sonucu ortaya çıkan synth rock doku resmen REM ezberi bozan türden. Muhteşem I Don't Sleep, I Dream bu kez aksak ritmi ve biraz yumuşattığı Monster tarzıyla Stipe'ın olağanüstü vokalini birleştirip unutulmaz bir şeye dönüşmüş. Yerinde duramayan Star 69, belki de REM tarihinin en hızlı şarkılarından biri olması yanında, bu hızı mükemmel biçimde kontrol altında tutan, Stipe'ın bu kez geveze takılan vokaliyle kendine çift kanaldan ritim inşa eden cıva gibi bir şarkı. Kaset olarak yıllarca dinlediğim albümün A yüzünün kapanışında yer alan Strange Currencies ise, Everybody Hurts ile aynı dalga boyunda olan kalbi kırık bir Monster şarkısı olarak çok görkemli bir slow.

B yüzü, Michael Stipe'ın sesini inceltmek suretiyle tiz bir vokal tekniği olan falsetto şeklinde söylediği Tongue ile açılıyor. Anlatıcının bir kadın olmasını istediği için bu şekilde söylediğini dile getiren Stipe, şarkının aynı zamanda "cunnilingus" hakkında olduğunu da sözlerine eklemiş. Asıl önemlisi, Tongue hiç de Monster albümü için yapılmış gibi durmayan, 60'lar soul slowları gibi yumuşacık bir beste. Bang and Blame grubun en fazla ticari başarı elde eden teklilerinden biri ve buna rağmen hiç de sevimsiz değil. Sonuna 30 saniyelik şık bir enstrümantal ekleme yapılmış olan şarkıya eşlik eden geri vokaller arasında Michael Stipe'ın kız kardeşi Lynda Stipe ve River ile Joaquin Phoenix'in kız kardeşi Rain Phoenix var. I Took Your Name hakkında bugüne kadar kimse bir şey söylemedi, kimse bir şey ilan etmedi ama ben gelmiş geçmiş en karizmatik REM şarkılarından biri ilan ediyorum onu. Özellikle tremolo ile yarattıkları ambiyans ortaklıkları neticesinde Crush With Eyeliner ile kardeşliği göze çarpan I Took Your Name, şarkının akışını bölen gitar melodisinin bünyemde yarattığı tüy ürpertisini yıllar içinde hiç kaybetmedi. Gerçi o ürperti bir bütün olarak Monster'ın her notasında, her saniyesinde, her hücresinde hissettiğim bir duygu olarak yerini hep korudu.


Let Me In, albümün bir başka özel şarkısı. Sadece Stipe'ın şarkı söylediği ve Peter Buck'ın gitar ve Farfisa marka org çaldığı şarkı, onu sevenler için özel olduğu kadar Stipe için de çok özel. "Şarkıdaki "me" telefonda Kurt (Cobain) ile konuşan benim. Onu kendini hapsettiği dar çerçevenin dışına çıkarmaya çalıştım. İçinde bulunduğu şöhretle baş etmeye çabalamamasını, bunlara hiç prim vermemesini söyledim. Bir sonraki Nirvana soundunun nasıl olacağını biliyordum. Harika bir şey geliyordu. Onunla albüm için çeşitli denemeler yapacaktık. Her şey ayarlanmıştı, uçak biletini bile almıştı. Son dakikada arayıp "gelemeyeceğim" dedi. Kendini öldürdüğü için ona kızgınım." diye anlatıyor Stipe... Şimdi böyle hikayesi olan bir şarkının nasıl olmasını beklersiniz? Buck'ın yoğun gitarlarıyla boğucu bir atmosfer yaratan, her dinlediğimde beni siyah beyaz bir filmin puslu, karanlık, rüzgarlı sahnesine hapseden Let Me In, Stipe'ın Kurt Cobain'in kafasına girmeye çalışma çaresizliğini birebir yansıtan bir şarkı. Circus Envy ise zaten Monster evreni yeterince sert değilmiş gibi yangına körükle giden, tüm ekipmanları garaja indirip oradan çalıp söyleyen nefis bir glam punk. Kapanışı yapan You, görkemli olmasa da (ki bence Let Me In bu albümü çok iyi kapatırdı) fena sayılmayacak bir bitiş gerçekleştiriyor.

Monster'ı dinleyip bitirdiğim her zaman ılık bir duş alma ihtiyacı duyarım. Fiziksel ve duygusal hırpalanışlar sonrası içimde biriken yoğunluğu gride bırakmam kısa sürmez. Başka REM albümlerinde başka türlü duygulara hapsolduğum gibi, Monster da kendi dünyasındaki iniş çıkışları zihnime kazımış bir albümdür. Eskimez, yıpranmaz, merhamet etmez. 2020 itibariyle 26 yılı devirmiş bir albümün bu kadar taze kalabilmesi beni hiç şaşırtmıyor. Bu güce sahip onlarca isim sayabilirim. Çemberi daralttığımda Throwing Copper (Live), Grace (Jeff Buckley), Hips and Makers (Kristin Hersh) gibi benim için efsane albümlerle aynı yıl çıkmış olması 90'ların büyüsünü izah etmeye yetiyor benim için. 2000'den sonra çıkan dört REM albümünden asla aynı tatları alamadım. REM kesinlikle 90'lar grubuydu. Başyapıtlarını 90'larda tüm ihtişamıyla önümüze serdi. Monster da kesinlikle onlardan biri. O kadar çağdaş, yeni, yenilikçi ki nostaljisini bile yapamıyorum. Bunda 90'ların inanılmaz albümlere ev sahipliği yapmasının etkisi büyük. Pek çok grup ve şarkıcı o yıllarda en verimli çağlarındaydılar. Mükemmel şarkılar, albümler yaptılar. Bu büyüleyici zamansızlık kendini o demlenişte daha iyi gösteriyor. Bugün artık REM fiziki olarak yok. Ama ardında fizik kurallarını altüst eden albümleri var. Monster da onların "canavar" olanı.

1. What's the Frequency, Kenneth?
2. Crush with Eyeliner
3. King of Comedy
4. I Don't Sleep, I Dream
5. Star 69
6. Strange Currencies
7. Tongue
8. Bang and Blame
9. I Took Your Name
10. Let Me In
11. Circus Envy
12. You

16 Temmuz 2020 Perşembe

Marc Cohn - Marc Cohn


Marc Cohn ismini bilmiyorum kaç kişi duymuştur. Duyduysa da 1991 tarihli ilk albümünün hit şarkısı Walking In Memphis ile duymuştur. (Şarkıyı yıllar sonra coverlayan Cher'e ait sananlar bile var bu arada.) 1959 Cleveland doğumlu Cohn, kendi adını taşıyan bu ilk albümüyle abur cubur gibi kaset tükettiğim bir dönemde, alacak daha iyi bir kaset bulamadığım bir gün, hakkında en ufak bir bilgi sahibi olmadan, hatta daha önce bir yerlerde Walking In Memphis'i bile duymadan hayatıma girmişti. Beni bu kaseti almaya iten nedenleri hiç hatırlamıyorum. Belki Michael Bolton ve Rod Stewart'ın o blue-eyed soul hüznüne sardığım döneme denk gelmiştir. Tabii bu dönem, duygusal açıdan tutunamamışlığın o hüzne kapılarını ardına dek açmış olduğu da bir dönemdi. Zaten o boşluğu hissettirecek bir albüm kapağı da son noktayı koymuştur. Hatırlamadığım o satın alma günündeki ruh halimi şimdi böyle yorumlamaya çalışıyorum. Lise yıllarında önce gitar, ardından piyano çalmayı öğrenerek kendi şarkılarını yazmaya başlayan Cohn, Şubat 1991'de kendi adını taşıyan ilk albümüyle en başta ülkesinde çok önemli başarılar kazandı. 1992'de En İyi Yeni Sanatçı kategorisinde Grammy kazandı. Şimdilerde osuranların bile 1 numaraya yükseldiği Billboard 200 listesinde Walking In Memphis ile o zamanlar 38 numaraya kadar yükseldi. Billboard'un, Grammy'nin saygınlığı olduğu güzel yıllardı.

İlk albüm Marc Cohn, Willie Dixon coverı 29 Ways dışında tamamı Cohn bestesi şarkılardan oluşmakta. Tıpkı albümü hangi duygularla, nerede, ne zaman aldığımı hatırlamadığım gibi, açılış şarkısı Walking In Memphis'i ilk duyduğumda ne hissettiğimi de hatırlamıyorum. Ama albüm onunla ve birazdan sayacağım başka şarkılarla yıllar içinde o kadar demlendi, o kadar güzel yaşlandı ki, bende 2020'lere kadar taze kalabilmesi harika bir duygu. Walking In Memphis, piyanonun Cohn'un başta hüzün olmak üzere her duyguya hakim sesiyle mükemmel bütünleştiği, sonlara doğru gospel korosuyla tüyleri iyice dikenleştiren, sonra tekrar sakinleyip finalini yapan asla eskimeyecek bir şarkı. Albüme konuk olup Cohn'a omuz veren çok kaliteli isimler var. Mesela en başta müzik dünyasında sayısız isme hizmet vermiş, burada da çeşitli şarkılarda gitar, bas, organ, buzuki çalmış bir John Leventhal var. Perfect Love'da Amerikalı singer/songwriter insan James Taylor geri vokalde, Saving The Best For Last şarkısında The Beatles ile de çalışmış David Spinozza akustik gitar çalıyor. Üç şarkıda New Yorklu efsane perküsyonist Bashiri Johnson dokunuşları mevcut. Yine albümün en içten şarkılarından olan Dig Down Deep'te Arto Tunçboyacıyan hem perküsyonda, hem de final düzlüğündeki geri vokallerde şahane. Daha ilk albümden bu kadar elit müzisyenin konuk olması, şarkıların kalitesine baktığımızda hiç de boşuna değil.


Her ne kadar albüm vitrini Walking In Memphis gibi görünse de, başından beri ondan hiç ayrı bir yere koymadığım harika şarkılar var. Her dinlediğimde içimi sinematik hissiyatlarla acıtan Strangers In A Car, müzikal manada hüzün ve umudu bünyesinde buluşturan şarkılardan biri olmuş Silver Thunderbird, türlü perküsyon materyalleriyle bu hüzne otantik bir havanın katıldığı Dig Down Deep, Cohn'un konuşmakla şarkı söylemek arası vokaliyle, enfes akustik gitar melodisiyle, Bashiri Johnson'ın perküsyonlarıyla, James Taylor'ın doğru zamanda ortaya çıkıp iç ısıtan "under the moon and stars above" repliğiyle Perfect Love, Cohn'un adeta kendi piyanosuyla düet yaptığı Walk On Water, o piyanoya slide gitarın, buzukinin katıldığı kapanış gibi kapanış True Companion kesinlikle zamansız şarkılar. Marc Cohn soul odaklı pop rock şarkıcılığı, gitar ve piyano odaklı müzisyenliği kadar şarkı sözleriyle de edebi bir güce sahip. Ateistliğini ironilerle, tutkusunu nokta atışı tespitlerle, hayata dair gözlemciliğini umursamaz teslimiyetlerle betimleyen ve bunların hepsini kendi kontrolü altında tutan içten hüznüyle çok iyi bir yazar. Onun ikna edici sesi, her ne anlatıyorsa ne kadar haklı olduğunu düşündürürdü bana. Geçen yıllar, alınan yaşlar bile bunu değiştiremedi.

Marc Cohn'un ikinci albümü The Rainy Season 1993'te çıktı ve bu defa ne ile karşılaşacağımı bilerek o kaseti de hemen aldım. Leventhal ve Tunçboyacıyan onu yine yalnız bırakmamıştı. James "Hutch" HutchinsonJim KeltnerLarry Campbell, Benmont Tench gibi ancak o dönemin kaliteli albümlerinin bookletlerinde görebileceğiniz usta müzisyenler gelmişti. Bu defa vitrinde enfes bir Walk Through The World vardı. Rest For The Weary, bir zamanların en cool blues rock sanatçılarından Bonnie Raitt'in vokali ve slide gitarıyla eşlik ettiği The Rainy Season, hele de David Crosby ve Graham Nash'in geri vokalleriyle Crosby, Stills, Nash and Young armonisi kattıkları She's Becoming Gold, rhythm & blues lezzeti Baby King şarkıları da Marc Cohn deyince aklıma gelenlerden oldu. Ama ilk albümün efsanesinin gölgesinde kalmış ikinci albümden sonra nedense onu takip etmeyi bıraktım. Belki de Marc Cohn'a doydum ve bilinçaltım bir şekilde ondan gelebilecek olası vasat albümleri kabul etmeye yanaşmıyordu. Öyle ki daha sonra dört albüm daha çıkarmış ve ben hiçbirini henüz dinlemedim. Bu vesileyle onlara da uğrarım. Benim Marc Cohn'a olan sevgim sadece ilk iki albümle değil, onların beni bir dinleyici olarak yükseltip bıraktığı zirveyle tanımlanıyor. Onları dinlerken zaten yeni Cohn albümleri dinler gibi hissediyorum. Bu da bana yetiyor.

1. Walking in Memphis
2. Ghost Train
3. Silver Thunderbird
4. Dig Down Deep
5. Walk on Water
6. Miles Away
7. Saving the Best for Last
8. Strangers in a Car
9. 29 Ways
10. Perfect Love
11. True Companion

11 Temmuz 2020 Cumartesi

Deluka - You Are The Night


Amazon'da tesadüfen Yeah Yeah Yeahs, Duran Duran, The Killers gibi referanslar zikredildiğini gördüğüm Birmingham plâkalı Deluka'nın debut albümü You Are The Night'a kulak kabartmamak, hâlâ çeşitli kablolarla 80'lere bağlı kalmış bir dinleyici olarak bana yakışmazdı. Zaten dinledikten sonra Deluka'nın bu gruplardan zamanında alacağını almış, bu aldıklarını da kendine yakışanı giymesi şeklinde hoş şarkılarla ilk albümüne yakıştırmış olduğunu gördüm. Solist Ellie Innocenti'nin göreni hizaya sokan soyadı yanında, bazı benzetme meraklıları tarafından Chrissie Hynde'a olan fiziksel benzerliği, işi biraz da vokal benzerliğine götürünce birtakım haklılıklar da sezilmiyor değil. Şarkıları baştan sona alıp götüren çok kadın vokal var ama Deluka gibi şarkıları da güzel olursa o vokal, var olan değerini ikiye üçe katlıyor neredeyse. Innocenti'nin sesi, synth pop rock biçiminde kısa yoldan özetlenebilecek Deluka müziğinin en renkli özelliklerinden birisi. Ama grubun müzikal çekiciliğinden sorumlu üç erkeğin payı, Garbage, No Doubt gibi nicelerinin payından ne eksik, ne de fazla. Düşündüm de, No Doubt'ın hakkı bana geçmiş payı falan yoktu aslında. Sadece üç böcek, bir çiçek hesabından aklımda kalmış gitarsever pop gruplarından biri olduğu için adları geçti.

Bir ilk albüme göre oldukça donanımlı, enerjik ve havada kapıcı niteliklere sahip olan Deluka, pastırma yazı güneşi gibi parlayan ilk single Cascade'in yanına Nevada, OMFG, Morning Comes ile başka ışıltılar da eklemiş. Hepsi iyi düşünülmüş ve eyleme geçirilmiş radyo hit adayları. Ama sırf tribünlere oynayan tiplerden de değiller. Radyo hiti benzetmemde küçümseme olmadığını tekrar hatırlatmak isterim. Zira bir şarkıyı küçümsemek için nedense biçilmez kaftanlardan biri olmuş bu benzetme, bana her zaman yanlış gelmez, hatta bazı doğru sandıklarımızı bile götürebilecek güçtedir. Deluka'nın yetenekleri sadece radyo hiti çıkarabilme potansiyelinden ibaret değil. Mesela Your Name On My Lips, Waves, Come Back To Me, Capital City gibi bestelerle o potansiyelin erişebileceği olgunluk düzeyini de dinleyicinin önüne koyabilen bir grup aynı zamanda. Hatta biraz daha iddialı bir yorumla, bu türe mensup çoğu grubun ilk albümüne "aman ne gereği var böyle çokbilmiş takılmaya, hitlerimizle keyfimize bakalım, geri kalanlarla da albümü öyle böyle doldururuz" gerzekliğiyle koymayı tercih etmeyeceği bu şarkılara gururla sahip çıkmış bir grup olması Deluka'yı daha akıllı ve özel kılıyor bana göre.

1. OMFG
2. Snapshot
3. Cascade
4. Nevada
5. Come Back to Me
6. Your Name On My Lips
7. Mean Streak
8. Trespasser
9. Waves
10. Morning Comes
11. Capital City

5 Temmuz 2020 Pazar

City Of The Sun - City Of The Sun


2011 yılında New York'ta kurulan City Of The Sun, John Pita ve Avi Snow'un gitarlarda, Zach Para'nın davul ve vurmalı çalgılarda yer aldığı bir üçlü. Fotomodellere taş çıkaran görünümleriyle dışarıdan bir boy band izlenimi verseler de, folk, blues ve yoğun biçimde flamenko etkileri taşıyan fakat tüm bunları post-rock çatısı altında toplayan şahane bir sound elde ediyorlar. Tamamı enstrümantal 12 şarkıdan oluşan grupla aynı isimdeki ikinci albümleriyle tanıma şerefine nail olduğum bu arkadaşlar, flamenko gitarın da ruhumda yarattığı hislerle mükemmel bir yaz albümüne imza atmışlar gibi geldi. Yanlış anlaşılmasın, tarihsel duruşuna, teknik anlamdaki gücüne saygıda kusur etmeyerek flamenkonun beni darlayan bir tür olduğunu söylemeliyim. Bu yüzden City Of The Sun'ın da yanlış anlaşılmasını istemem. Zira işin içine post-rock girince olay bambaşka yerlere gitmiş. Tutkulu, sinematik, emprovize, hüzünlü, bir o kadar da yaz güneşini üstüne alıp umut dolu şarkılarla adeta bir konsept albüm olmuş. 2016'da çıkardıkları ilk albüm To The Sun and All The Cities In Between de bu kalıplarda gayet iyi bir albüm. Ama ikincide çok daha içsel bir yolculuk post-rock severlere kollarını açmış bekliyor.

Dinlerken bulunduğunuz ortamı, o an olmak isteyeceğiniz yere çevirebilme gücüne sahip olduğunu düşündüğüm City Of The Sun şarkılarını isim isim önermek için bolca vakit geçirmek gerekiyor. O vakitler geçtikçe isimlerin de bir önemi kalmıyor. Zaten böyle albümler döndüğü sırada ne iş yapıyor olursanız olun, bir şekilde size dokunduklarını hissedersiniz. Çalmakta olan şarkı kaçıncı, adı ne bunların hiç önemi olmaz. Ama sadece ve sadece albüme konsantre olup şarkıları isimleriyle birlikte dinlediğinizde sahip oldukları karakterlerin farkına varırsınız. City Of The Sun'daki 12 şarkı da kesinlikle böyle dinlenmeyi hak ediyor. Şahane post-rock atmosferinde meltemler halinde salınan flamenko gitarların yarattığı o Ege ya da Akdeniz havası, bazen de spagetti western evreninden ses veren geniş vizyon her notaya sinmiş vaziyette. Flamenko deyince akla gelen virtüözlüğe, post-rock deyince akla gelen abartılı deneyselliğe bulaşmadan, ikisinin akla gelen başka özelliklerinden derlenmiş, dinledikçe çiçek gibi açılan şarkılar yazmış/çalmışlar.

Albüm 12 şarkı ama açılıştaki Someday, kapanışta adı Everything Everywhere olmuş şekilde tekrar karşımıza çıkıyor. Aynı şekilde La Luz'u sonradan For Ian olarak tekrar dinliyoruz. Adı ne olursa olsun bu ikişer isme sahip iki şarkıyla birlikte rüya gibi bir Dreams, No Walls In The West, Alive, Barcelona, The Last Day, Under The Same Sky ve diğerleri, büyüleri bozulmasın diye insan sesi duymak istemeyeceğiniz kadar kendi içlerinde kısa filmler çekmiş kadar özel şarkılar. Bir yerde Rodrigo y Gabriela ve Explosions In The Sky karışımı şeklinde tarif edilen müziklerindeki haklılığı teslim etmekle birlikte, fazla hakim olmadığım bu isimlerin ancak biraraya geldiklerinde City Of The Sun benzeri bir müzik yapabileceklerini düşünüyorum. O da çok dağılmadan, deneyselliğe abanmadan olursa şayet. John, Avi ve Zach üçlüsü, New York sokaklarında, metrolarında birlikte çaldıkları dönemlerden, akustik müziğe farklı bir boyut kattıkları bugünlere geldiler. Doğal, saf, epik, hem sanki gözümüzün önünde çalıyorlarmış, hem de deniz kenarındaki devasa bir konser alanında gün batımı eşliğinde aklımızı başından alıyorlarmış gibi dinlediğimiz güzellikte bir grup ve albüm City Of The Sun...

1. Someday
2. La Luz
3. No Walls in the West
4. Barcelona
5. Dreams
6. Spaghetti
7. In the Beginning
8. The Last Day
9. Under the Same Sky
10. Alive
11. For Ian
12. Everything Everywhere