Alternative ve indie rock grubu Secret Machines'de vokal yapıp gitar çalan Benjamin Curtis, bir shoegaze/post-rock grubu olan On!Air!Library! bünyesinde müzik yapan tek yumurta ikizleri Alejandra ve Claudia Deheza ile Interpol grubunun tur konserlerinin açılışını yaparlarken tanışırlar. Birbirlerine kanları o kadar kaynar ki, bağlı oldukları bu gruplara istifalarını verip birlikte eve çıkıp, o evi de home studio haline getirip müzik yapmaya başlarlar. Böylelikle 2007'de School Of Seven Bells'in tohumları atılmış olur. O tohumlar üçüncü meyvesi olan Ghostory'yi vermiş durumda. Dream pop, indie pop, shoegaze, indie electronic etiketleri altında müzik yapan grup, Ghostory'de 9 şarkılık yemeyip yanında yatılacak leziz bir deneyim sunuyorlar. Adı geçen türlerin karakteristik özelliklerini biraraya getirip sindirilmesi zahmet almayan, ama aynı zamanda derinlik sahibi şarkılar yazıyorlar. Tabiî onları pratiğe döküşlerinde de en ufak bir sorun yok.
Grubun ilk iki meyvesine göz attığımızda, hiç de ilk albüm gibi durmayan, fakat yine de grubun şimdi sahibi olduğu o derinliği tam olarak edinemediği anlaşılan Alpinisms (2008) ve tam da ikinci albüm gibi duran, üstelik grubun şimdi sahip olduğu o derinliği yakalamaya başladığını hissettiren Disconnect From Desire (2010) başlıklarını görüyoruz. Disconnect From Desire ile yükselttiği müzikal çıtayı ve hayransal beklentileri yeterince karşıladığını (ki artık ben de hayranlarından biri olduğuma göre) düşündüğüm Ghostory, Deheza kardeşlerin dönüşümlü vokallerinde yakaladıkları rüya iklimini, işini bilen ve uygulayan elektronik tasarımlarıyla güçlendiren bir yapıda. Bir alternative rock grubu gitaristi olarak Benjamin Curtis ise bu kaliteli müziğin dokusunu bozmayacak ölçüde gitarını koklatan, hatta gitar tonlarını o elektronik tasarımların hizmetine sunan bir olgunlukta. Yani ne öyle cazgır gitar atarları, ne synth kalabalığından plastiğe bağlamış elektronik soğukluklar, ne de muğlak shoegaze tembellikleri beklemeyin. Hepsinin kararı, ederi, geliri, gideri, atarı tam kıvamında ve sonuç harika!
Aynı zamanda single olarak da çıkan açılış şarkısı The Night, hani şu erken "kesin olmuştur bu albüm" dedirten sıkı açılış parçalarından. Büyülü vokaller, dansa meyilli synth pop altyapı, geriden gelen ama rolünü kaptırmayan gitar desteği ve toplamda nasıl oluyorsa üstün bir dream pop tecrübesi. Zira böyle şarkılar alternatif radyolarda da felaket işler yapar kanısındayım. The Night harikasının gölgesinde kalan, ama zamanla kendilerini sevdirecek olan Love Play, Low Times falan derken albümün tam göbeğine yerleştirilmiş ambient beste Reappear, müthiş bir duruluk içinde rüyalar âleminden sesleniyor dinleyenine. Hemen peşinden bu rüyayı biraz daha tribe sokan Show Me Love'ın duruluğu geliyor. New wave ve post-punk dinamizmine sahip Scavenger, durulan bu havayı dağıtmaya oynuyor. Ama onun da her şarkı gibi kendi karakteri olduğundan, albümün diğer şarkılarına el verme, koltuk çıkma gibi bir misyonu bulunmadığı dikkatli kulaklardan kaçmıyor.
Derken The Chemical Brothers'ın görkemli ilk zamanlarını anımsatan fişek gibi White Wind çıkageliyor ve albümdeki her şarkının kendi karakteri olduğu gerçeğini bir sağa bir sola tokatlıyor. Ve ilk bir buçuk dakikasında ambient takılan, sonra gitarın birden ortama dalışıyla olağanüstü bir indie "breakbeat" rock'a dönüşen sekiz buçuk dakikalık When You Sing, kapanışın krallarından birini yapıyor. School Of Seven Bells, Ghostory ile kalplere öyle bir zımba vuruyor ki, yeri geldiğinde 70'lerin avantür sloganları gibi "aşk, macera, heyecan, gözyaşı" ne ararsan bulabiliyorsun. Yalnız bunları herkesin bulabileceği yönünde bir iddiam olduğu şeklinde yanlış anlaşılmak istemem. Zira herkesin tuttuğu kendine! Lâkin bazen tuttuklarımızı başkalarının da tutmasını ümitsizce umabiliyoruz. Korktuğumuz bir hayalet hikâyesinden herkesin aynı biçimde korkmasını istiyoruz. Korkuyu da paylaşalım diye!
1. The Night
2. Love Play
3. Lafaye
4. Low Times
5. Reappear
6. Show Me Love
7. Scavenger
8. White Wind
9. When You Sing
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder