30 Nisan 2010 Cuma

Issız Ada Radyosu Arşivi (Nisan 2010)

Jenni Vartiainen - Seili
Yıl: 2010 Finlandiya
Tür: Pop/Rock, Electropop
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "En halua kuolla tänä yönä"

Simply Red - Stars
Yıl: 1991 İngiltere
Tür: Pop, Pop Soul, Dance-Pop
"F" Rate: 10/10
I.A.R. tavsiyesi: "Freedom"

Lemon Jelly - LemonJelly.KY
Yıl: 2000 İngiltere
Tür: Downtempo, Indie Electronic
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "In The Bath"

She & Him - Volume Two
Yıl: 2010 ABD
Tür: Indie Pop, Folk Pop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Thieves"

Sting - The Soul Cages
Yıl: 1991 İngiltere
Tür: Pop/Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "The Wild Wild Sea"


Saez - J'accuse
Yıl: 2010 Fransa
Tür: Alternative Rock, French Pop, Singer/Songwriter
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "J'accuse"

Anthrax - Attack of the Killer B's
Yıl: 1991 ABD
Tür: Thrash Metal, Rap Metal
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Bring the Noise" (feat. Public Enemy)

The Killers - Hot Fuss
Yıl: 2004 ABD
Tür: Alternative Rock, Pop/Rock, Indie Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Somebody Told Me"

Disappears - Lux
Yıl: 2010 ABD
Tür: Indie Rock, Shoegaze
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Lux"


Cary Brothers - Under Control
Yıl: 2010 ABD
Tür: Indie Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Under Control"

Norah Jones - Come Away With Me
Yıl: 2002 ABD
Tür: Jazz Pop, Vocal Jazz
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Come Away With Me"


Cloud Cult - Feel Good Ghosts
Yıl: 2008 ABD
Tür: Indie Rock, Indie Pop, Psychedelic Pop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Hurricane and Fire Survival Guide"


MIDIval PunditZ - Hello Hello
Yıl: 2009 Hindistan
Tür: Electronica
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: "Four Sticks"

Bullyrag - Songs Of Praise
Yıl: 1998 İngiltere
Tür: Alternative Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Frantic"


Tame Impala - InnerSpeaker
Yıl: 2010 Avustralya
Tür: Neo-Psychedelia
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "It's Not Meant To Be"

FrankMusik - Complete Me
Yıl: 2009 İngiltere
Tür: Synth Pop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "3 Little Words"


The Sugar Plum Fairy Pr. - Shades Of Grey
Yıl: 2010 Fransa
Tür: Indie Rock, Indie Pop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Not For Real"


Blackmail - Aerial View
Yıl: 2006 Almanya
Tür: Alternative Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Soulblind"



BoA - BoA
Yıl: 2009 Güney Kore
Tür: Dance-Pop, Electropop
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Hypnotic Dancefloor"

God Is An Astronaut - Age Of The Fifth Sun
Yıl: 2010 İrlanda
Tür: Post-Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "In The Distance Fading"

28 Nisan 2010 Çarşamba

Sweet Apple - Love & Desperation


Dinosaur Jr. ile bir dargın bir barışık sürdüğüm ilişki, grubun en son ve en taş albümü Farm ile şimdilik gayet seviyeli biçimde ilerliyor. Grubun tecrübe âbidesi J Mascis, yeraltından kemikleşmiş bir hayran kitlesi bulunan, grunge döneminde daha fazla tanınan, grunge sonrası da Farm ile dimdik ayakta olduğunu dosta düşmana gösteren Dinosaur Jr.'ın gitar, davul ve vokalinin ismi. Henüz yeni duyanlar için söyleyeyim, kendisi o bahsi geçen yeraltının en saygın rockçılarındandır. Benim grupla bir dargın bir barışık olma sebebim ise, Farm öncesinde hiçbir Dinosaur Jr. albümünü bütünüyle beğenmemiş olmam. Her albümde birkaç sıkı şarkı bulunmasına rağmen albüm bazında eksik bulmuşumdur. Ben Dinosaur Jr.'ı bu yüzden albüm albüm değil de, şarkı şarkı sevdim. Hatta kendime yaptığım bir Best Of Dinosaur Jr. bile vardır.

Sweet Apple ise yepyeni bir grup. Ama sadece adı yeni. Cobra Verde adlı ilk kez duyduğum bir gruba mensup vokalist/gitarist John Petkovic etrafında toplanan Tim Parnin (gitar), Dave Sweetapple (bas, vokal) ve yine baget ile pena sallayıp geri vokal takılan J Mascis'ten kurulu Sweet Apple, alternative, blues ve indie rock güzellikleri yaşatıyor. Basçı Sweetapple'ın, nüfus memuru azizliğine uğramadıysa eğer, sahne için kendine uydurduğunu varsaydığım soyadını grup adı olarak belirlemeleri de hoş bir ayrıntı. Petkovic ve Mascis'in baskınlığı Sweet Apple'ı birçok açıdan bir Dinosaur Jr. uzantısı yapmış, fakat öte yandan Jr.'da pek rastlamadığımız özellikleri de terkisine atmış. Petkovic'in altına girdiği her rock şarkısının hakkını verecek kapı gibi vokali, Mascis'in artık söylenmesi abes kaçacak gitar/davul hakimiyeti, diğer elemanların olgun eşlikleriyle ilk albüm Love & Desperation'ı sunuyor. Evet bir Farm değil, olamaz da! Ama kanımca bazı Dinosaur Jr. albümlerinden bile iyi.


İlk şarkı Do You Remember ile kütür kütür bir giriş yapıp, Mascis'in elinin değdiği çok belli ikinci şarkı I've Got A Feeling (That Won't Change) ile de bunu pekiştirince sırtımızı geriye daha bir güvenle yaslıyoruz. Ama sanki bir an yine "Dinosaur Jr. Albüm Sendromu"na yakalandığımı hissediyorum. Somebody Else's Problem, Flying Up A Mountain falan zamanla daha çok sevilecek şarkılar. Yine de birşeyler eksik deja vu'su yaşamaktayım. Hatta bana sakin taverna karşılamalarını andıran Dead Moon'un pop enteresanlığını çok hoş bulsam da, oyun disiplininden uzaklaştıklarına dair bir an endişeye kapılıyorum. Meğer elmacı dörtlü esas bombaları son üçe saklamış. Crawling Over Bodies, Never Came ve adından bir kapanış baladı izlenimi uyandıran, oysa albümün en cıvıl ruhlu bestesi saydığım Goodnight ile vedalarını ediyorlar.

Sweet Apple ekibi, albüm yapıp meşhur olmak, paranın gözüne vurmak amaçlı biraraya gelmiş insanlardan kurulu değil. 40'lı yaşlarının tadını çıkaran dört arkadaşın haftasonu poker partisi gibi birşey. Gerek bazı lirikleri, gerekse Roxy Music'in Country Life albümüne 2010 göndermesi yaptıkları albüm kapaklarıyla da bunu belli ediyorlar. Yine de böyle adamlar eğlenmek için biraraya gelseler bile ortaya çıta üstü ciddiyetler çıkarabiliyorlar. Dinosaur Jr.'ı, özellikle de hiç yaşlanmadığını düşündüğüm J Mascis'i sevenler, Sweet Apple'ı da severler. Kendimden biliyorum...

1. Do You Remember
2. I've Got A Feeling (That Won't Change)
3. Flying Up A Mountain
4. It's Over Now
5. Can't See You
6. Hold Me, I'm Dying
7. Blindfold
8. Somebody Else's Problem
9. Dead Moon
10. Crawling Over Bodies
11. Never Came
12. Goodnight

25 Nisan 2010 Pazar

Tom Lüneburger - Good Intentions


Kötü mü kötü albüm kapağında kırık gözlüğüyle vesikalık çektirmiş gibi duran, üstelik adı da Tom Lüneburger olan sevimsiz bir Alman folk şarkıcısının albümünü dinlemek için öncelikle güzelce sarhoş olmak gerek diye düşünürdüm herhalde. Folk şarkıcısı, hem de Alman folk şarkıcısı olunca, sahil beldelerimizde 70'lik emekli Alman turistlere nostalji rüzgârları estiren Almanca besteler seslendiren bir insan evladı olduğunu sanmak da muhtemel. Adam sanki kimse kendisini dinlemesin diye elinden geleni yapmış. Tabiî bunların hepsi önyargıdan ibaret. Tom Lüneburger'in Alman olduğu doğru fakat tamamı İngilizce'den oluşan 10 şarkılık Good Intentions albümü, bu önyargıları arkalara atacak kadar sıcak, samimi, hüzünlü ve mütevazi bir indie folk örneği.

Alman olunması veya Almanca söylenmesiyle ilgili hiçbir problemim yok. Kendisi hakkında bilgi sahibi olunmadan dinlendiğinde rahatlıkla bir Amerikalı, İrlandalı veya İngiliz folk şarkıcısı sanılacağına eminim. Bu da bir marifet değil. Tek marifet, evrensel anlamda akustik pop, rock, folk, her ne ise, onun getirdiği ılık duygulara kendi mütevaziliğiyle tercüman olacak bir sakinliğe tam anlamıyla sahip olması. Belki birkaç adet satılacak veya birkaç kişi internetten indirip dinleyecek o kadar. O birkaçlara söyleyecekleri de suya yazılmış notalar ve lirikler olarak kalacak. Ama etkisi altına aldıklarına da şarkılarıyla mutlaka birşeyler söyleyecek ve kendi hissettiği gibi hissettirecek. Ve bence henüz ilk albümüne dayanarak diyebilirim ki, gelecekte Berlin'in Glen Hansard'ı olacak. Her ne kadar bana doğrudan Hansard'ı değil de, adını hatırlayamadığım, belki de sevdiğim birkaç erkek şarkıcının karışımından oluşan güzel sesini tanımlayamamış olmamdan ötürü hatırlayamadığım birilerini hatırlatsa da...

Dedik ya, bir Amerikalı, İrlandalı veya İngiliz folk şarkıcısından da duyabileceğiniz çapta folk şarkılarından oluşan Good Intentions'da bilmiyorum neden This Year, Yesterday's Gone, Station To Station, On Track, Finally Wrong beni etkiledi. Oysa bunlar ve diğerleri, sadece Lüneburger'in sesi ve gitarının ön plânda olduğu (tabiî bas, keyboard, davul ve başka enstrumanların da azar azar konuk olduğu) normal akustiklikte parçalar. Ama galiba bazı albümler doğru yerde ve doğru zamanda karşınıza çıkıyor. Sonra da olan oluyor. Başkasına sıradan gelen, size anlık da olsa çarpabiliyor. Yarın ne olur bilemem. Ama anın tadını çıkarırken beyninizin bir tarafıyla aslında onun anlık birşey olmadığını da hissedebiliyorsunuz.

1. Good Intentions
2. Picture
3. Station To Station
4. Yesterdays Gone
5. This Year
6. Cunning Person
7. On Track
8. Travelling Years
9. Finally Wrong
10. Fade

15 Nisan 2010 Perşembe

Toad The Wet Sprocket - Dulcinea


80’li yılların ortalarında kurulmuş olan Toad The Wet Sprocket, dört kişiden oluşan Santa Barbara’dan çıkma bir alternative ve pop/rock grubu. Adlarını Monty Python skeçlerinden birinde geçen uydurma bir gruptan araklamışlar. Liseden arkadaş bu dört müzisyen ilki 1989, sonuncusu ise 1997’de çıkmış beş albüme imza atıyorlar. Aradaki konser veya best of albümleri saymazsak tabiî. 1997’de çıkan son albüm Coil’den bir yıl sonra grup dağılma kararı alıyor. Dostça ayrıldıktan sonra solist/gitarist Glen Phillips solo çalışmalara, gitar ve bastaki Todd Nichols ve Dean Dinning ise Lapdog isimli yeni bir gruba yöneliyorlar. Zaten iki albüm sonra o da dağılıyor. 2002’nin sonlarında grup tekrar bir araya gelip 2003’te yeniden birleşme turu diye bir tur organizasyonuna katılıyorlar. İyice kurtlarını döktükten sonra tur bitince bu birleşmenin sadece bu tur için gerçekleştiği anlaşılıyor. Herkes tekrar sepetlerini kollarına takıyor. Hayranlar üzülüyor doğal olarak. Yine de onların gönlü olsun diye turda derledikleri albümleri çıkarıyor, bununla da kalmayıp, fazla sık olmamakla birlikte yine böyle organizasyonlarda beraber sahne alabiliyorlar.

90’lı yılların başında kaset olarak tesadüfen ucuz reyonların birinde rastladığım Dulcinea albümüyle o dönemde vazgeçemediğim gruplardan birisi oluveren Toad The Wet Sprocket, üniversite yıllarımla beraber başlayan grunge akımında cereyana kapılmamış güzelliklerden biriydi benim için. Sonrasında beş adet stüdyo albümlerinin hepsini dinlememe rağmen hiçbiri Dulcinea’nın yerini tutamadı. Şimdi ele geçse “iyi, güzel, ama bir şeyler eksik” muamelesi görebilecek şarkılarla dolu Dulcinea, tüm o grunge hırıltıları içine doğmuş bir naiflik taşıdığından hemen bağırlara basılmıştı. Naif dediysek, hepten kır baladları çalıp söyleyen hippiler değillerdi. Efendi efendi sertleştikleri anlara da doyulmazdı. “90’lı yılların, hatta zamanımızın bazı gençlik film ve dizilerine fon oluşturabilecek alternatif rock şarkısı görünümlü Şahin” türü şarkılardı bunlar. Meşhurların gölgesinde kalmış olmaları, aslında kendi gölgelerinde serinleme arzusundan kaynaklıydı. Birçok ünlü grubun şov açılışlarını, sırf küçük alanlarda hayranlarıyla buluşma uğruna reddettikleri söylenirdi. Ölmüş bir adamın ardından konuşuyor gibi hissettiren cümleler kurmamda, Toad The Wet Sprocket’ın benim için tek albümlük gruplardan biri olmasının etkisi var. Ne öncekiler, ne de bundan sonraki Coil, Dulcinea’daki tutunma ve teslim olma arasındaki dengeyi bulabilmiş değildi.

Bu albümdeki Fall Down, grubun en fazla bilinen şarkılarından birisi. Özellikle nakarat tasarlamayı ve onları şarkının kalıbına, ruhuna yedirmeyi çok iyi bildiklerini söylemek gerek. Ama bu durumu sadece Dulcinea’da gördüğümü de tekrar söylemem gerek. Woodburning, Listen ve Inside’ın ağır takılan karizması ile, Nanci ve Stupid’in küçük hikâyeler peşindeki sevimli pop folk duruşlarını aynı albüm sınırlarına rahatça yerleştirmiş bir güven ortamı yaratmışlardı. Something's Always Wrong ve Fly From Heaven da kayıtsız kalınmayacak bu ortamda yeşermiş güllerdi. Windmills ve Crowing ise her dinleyişimde huzur yüklü bir hüzün enjekte etmekte o kadar ustalardı ki, her bittiğinde tekrar özlerdim. Reincarnation Song’un büyüsünü de öyle. 90’lardan beri asla unutmadığım ve unutmayacağım Dulcinea’nın çok renkli karakterini ve bana o yıllarda kattıklarını tam olarak ifade edemeyebilirim. Grubun ardından, ölmüş bir adamın ardından konuşuyor gibi hissettiren cümleler kurmuş olabilirim. Fakat Toad The Wet Sprocket’a ait her şey ölmüş olsa bile Dulcinea’nın benim için hep yaşayacağını garanti edebilirim.

1. Fly From Heaven
2. Woodburning
3. Something's Always Wrong
4. Stupid
5. Crowing
6. Listen
7. Windmills
8. Nanci
9. Fall Down
10. Inside
11. Begin
12. Reincarnation Song

11 Nisan 2010 Pazar

Pearl - Little Immaculate White Fox


1975 doğumlu Pearl Aday, küçüklüğünden beri konserlerde, tur otobüslerinde, sahnelerde ve stüdyolarda fink atmış, ilk albümü Little Immaculate White Fox’u da ancak 2010’un Ocak ayında çıkarmış yepyeni bir rock vokali. Uzun zamandır şov dünyasının içinde bulunmasının sebebi ise Meat Loaf’un kızı olması. Aslında Pearl’ün biyolojik babası, Janis Joplin’in grubu olan Full Tilt Boogie Band’in davulcusuymuş. Kendisine Pearl ismini de davulcu baba koymuş, çünkü çoğu hayranının da bildiği üzere “Pearl”, Janis Joplin’in lâkabıdır. En favori grupları The Rolling Stones, AC/DC ve The Allman Brothers olan Pearl, özellikle vokallerinden çok etkilendiği isimler sorulduğunda ise Otis Redding, Bonnie Raitt, Steven Tyler, Pat Benatar, tabiî ki babası Meat Loaf ve Janis Joplin’i dilinden düşürmüyormuş. Albümün ilk şarkısı Rock Child’da da dediği gibi gitar kutusu içinde uyuduğu bile olmuş. Müzikle bu kadar çok içli dışlı olup da, albüm yapmak için bu kadar geç kalınmasının ise bazı sebepleri var elbette.

Müziğine bir dakika zor dayanabildiğim Meat Loaf’un geri vokallerinde yer alarak yola çıkan Pearl, 1994-2003 arası sürekli babasının arkasında yer almış. Öncesinde de zaten onun konserlerinde getir götür işlerine bakar, orada yer, içer, danseder, uyurmuş. Bir süre Mötley Crüe’nün gerisinde vokal ve dans yaparak takıldıktan, hatta onlarla tura çıktıktan sonra ufaktan kendi şarkılarını yazmaya başlamış. Arada yine müziğine zar zor dayanabildiğim trash metal grubu Anthrax’ın gitaristi Scott Ian ile evlenmiş. (Ama Anthrax’ın 91 tarihli Attack Of The Killer B's albümünü pek severim o ayrı!). Önceleri hiç böyle solo kariyer düşünmezken, bir anda babasının, kocasının, müzisyen dostlarının da gazıyla demolara başlamış. Aslında hiç de gaza getirilecek bir durum yok. Kendisine eşlik edecek müzisyenler ve iyi bir yapımcı bulmada da sorun yaşamıyor. Çünkü şarkı söyler gibi gazeteden ekonomi haberlerini bile okusa bıkmadan dinlenecek harika bir sese sahip zaten. Birkaç yerden torpilli de olsa en büyük torpili, o inci gibi sesi. O yüzden klâsik rock, hard rock, southern rock, soul, ve R&B karışımı tatlar içeren Little Immaculate White Fox, bu türleri iyi bir vokalden duymanın keyifli dakikalarını içinde tutan bir albüm. Bazı eleştirilecek tarafları da yok değil. Ama o kadar kusur kadı kızında varken, Meat Loaf’un kızında neden olmasın.


Albüm isminin de ilginç bir hikâyesi var. Pearl’ün annesi Leslie Aday ona hamileyken, annesinin yakın bir arkadaşı bir gece kendisini arayıp “senin bebeği rüyamda gördüm, ormanın ortasında beyaz bir kurt postuna sarılı, sarışın mavi gözlü bir kızdı, üstelik adı da Little Immaculate White Fox’tu” diyor. Oğlu olacağına dair kendini inandırmış olan anne Leslie ise “aman ne güzel, ama şekerim benim bebek erkek olacak” diye cevap veriyor. Sadece birkaç saat sonra kadının sancıları tutuyor ve doktor hastanede kucağına Pearl’ü veriyor. Annesinden duyduğu bu hikâyeden sonra yapacağı ilk albümün adının bu olacağına karar vermiştir muhtemelen. Little Immaculate White Fox, bir ilk albüme göre fena sayılmayacak rock bestelerinden oluşmakta. Şarkılarda Mother Superior isimli grubun gitaristi Jim Wilson ve basçısı Marcus Blake’ten bolca yardım alan Pearl, hayatını özetlediği Rock Child dışında, Check Out Charlie, Love Pyre ve Whore gibi enerjik rock, hatta hard rock besteleriyle gayet iyi cebelleşiyor. 40 yıllık rocker diyeceğim ama o kadar olmasa da yıllardır bu işin içinde başka yönlerden pişmiş olmasının meyvelerini almış denebilir. My Heart Isn't In It, Anything ve Mama adlı şarkılarla da rock baladlarına olan vokal hakimiyetini gösteriyor. Ayrıca Tina Turner coverı Nutbush City Limits ve ressam Marlene Dumas’nın bir tablosundan etkilenerek yazdığı Broken White da dikkat edilesi Pearl şarkıları.

Hepsi bir tarafa, bu albümün en önemli özelliği, bıkmadan bir kez daha söylersek Pearl’ün kendine güveni tam, o güveni rock dinleyicisine de kabul ettiren tatlı sert sesi. Çığlığında da, yumuşaklığında da çoktan oturmuş bir vokal karakteri mevcut. Dünyanın yeni bir Lita Ford’a ihtiyacı yok elbette. Janis Joplin olmak da öyle her güzelin harcı değil. Ama özellikle Pat Benatar’dan sonra bayrağı devralacak gerçek bir dişi rock karizmasına mutlaka ihtiyaç var. O boşluğu da Alanis Morisette veya Avril Lavigne dolduracak değil. Doldursa doldursa şu görüntüyle Pearl ayarında bir hatun doldurur. Bir başyapıt değil ama en azından bu iddianın uzun vadede gerçekleşebileceğine dair ipuçlarını, kıvılcım ve kıpırtılarını taşıyan bir örnek Little Immaculate White Fox albümü.

1. Rock Child
2. Nutbush City Limits
3. Broken White
4. Check Out Charlie
5. Mama
6. My Heart Isn't in It
7. Nobody
8. Worth Defending
9. Love Pyre
10. Whore
11. Anything

10 Nisan 2010 Cumartesi

Sting - ...Nothing Like The Sun


1951 Wallsend, Newcastle-upon-Tyne, İngiltere doğumlu Gordon Matthew Sumner ya da herkesin bildiği adıyla Sting, 2009 yılında en son If On A Winter's Night... albümünü çıkarmıştı. Dinledikten sonra keşke çıkarmasaydı dediğim albümlerden biriydi kendisi. 1993 tarihli Ten Summoner's Tales sonrası yaptığı hiçbir Sting albümünü beğenmemiş biri olarak yapacağım yorumlar fazla kişisel olacaktır haliyle. The Police'in ardından solo uçmaya karar verip ilk albümü The Dream Of The Blue Turtles'ı 1985'te çıkardı. Şimdi oturup kendisinin hayat hikayesini, albüm kariyerini bir müzik belgeseli anlatır gibi anlatacak değilim. İlk albümünde yer alan If You Love Somebody Set Them Free, Russians ve Moon Over Bourbon Street'in unutulmaz hatırası bir yana, benim için Sting dendiğinde aklıma ilk gelen ve etrafıma ilk sözünü ettiğim, etmeyi layık gördüğüm albüm, adını bir Shakespeare sonesinin satırından alan 1987 tarihli ...Nothing Like The Sun olur mutlaka. 2009 yılında da üç noktalı bir albüm çıkaracağını öğrendiğimde 87 ruhu geri gelsin istedim ama gele gele tuz ruhu gibi birşey geldi.

...Nothing Like The Sun, anlatılmaz dinlenir, anlatılmaz yaşanır bir albüm. Pop/Rock, Pop, Soft Rock, Jazz-Rock, Jazz Pop, Soul hepsi birarada mükemmel bir uyum içinde. İçinde tek bir şarkı yok ki dinlemekten sıkılayım. Be Still My Beating Heart diye öyle bir şarkı var ki, sanki arkasından gelecek şarkıların da aynı güzellikte devam edeceğine dair garanti veriyor. Nitekim ünlü caz saksafon ve klarinet sanatçısı Branford Marsalis'in konuk olduğu  Englishman In New York, bu garantiyi perçinliyor. 80'lerin en mühim şarkılarından biri olarak duymayanın kalmadığı bu şarkının ilk çıktığı döneme yetişme şansına sahip olmak güzel hissettiriyor. Sting'in Şili'de eşlerini kaybeden kadınlar için yazdığı, Mark Knopfler'ın da gitarıyla eşlik ettiği They Dance Alone (Guecca Solo) için tam "ne kadar dramatik, ne kadar yaralayıcı" diye düşünürken Fragile çıkageliyor. Hayatımın şarkılarından biri olan Fragile için ne desem onun kırılganlığını, onun benzersizliğini, onun gerçeküstü iklimini kelimelere dökemem. Hassas anlarımızda asla dinlemediğimiz şarkılar vardır (var mıdır?). Fragile benim için onlardan biri. We'll Be Together'ın matrak lezzetini aynı matraklıkla yansıtan klibini de unutmuyorum. Rock Steady, Sister Moon ve benim için o dönem beklenmedik birşey de olsa albümün şanına yakışır bir Jimi Hendrix coverı olan Little Wing, ...Nothing Like The Sun'ı gerçek bir klasik yapan pırlanta gibi şarkılar.

Artık Sting'in bir daha ...Nothing Like The Sun gibi bir albüm yapamayacağını biliyorum. Son birkaç albümü bunu bana iyice kabul ettirdi çünkü. O kadar kötü şarkıyı duyduktan sonra istese de yapamaz gibi geliyor. Yapmasa da olur. Çünkü ...Nothing Like The SunThe Dream Of The Blue Turtles, The Soul Cages ve Ten Summoner's Tales albümleri Sting'in neden Sting olduğunu zaten kanıtlamış tutkulu, hüzünlü, coşkulu tarih sayfaları. Onun nasıl değerli bir müzisyen, şiirsel ve duyarlı bir pop rock ozanı olduğu bu albümlerindeki söz ve müziklerden anlaşılmazsa, hiçbir şeyden anlaşılmaz. Hele ...Nothing Like The Sun, bırakın 80'leri, herhangi bir döneme ait olamayacak kadar zamansız bestelerle dolu, aşmış bir albüm. Dört mevsimi bir albüme sığdırmış ender örneklerden. Nesli tükenmekte olan güzel bir canlı. Bir antika tablo. Bir tarih!...

1. The Lazarus Heart
2. Be Still My Beating Heart
3. Englishman in New York
4. History Will Teach Us Nothing
5. They Dance Alone (Guecca Solo)
6. Fragile
7. We'll Be Together
8. Straight to My Heart
9. Rock Steady
10. Sister Moon
11. Little Wing
12. The Secret Marriage

7 Nisan 2010 Çarşamba

(500) Days Of Summer (OST)


(500) Days Of Summer, 2009’un en hoş romantik yapımlarından birisiydi. Bu filme de böyle bir soundtrack yakışırdı. Birçok benzerinin (özensizce derlenmiş benzerinin) aksine, adı sanı duyulmamış (illa duyulması da gerekmiyor) uyduruk indie grubunun bayık şarkılarını istiflemeyip, filmin ruhuna ve akışına eşlik edebilecek çapta şarkılar seçilmiş. Zaten filmde müziğin Tom ve Summer üzerindeki etkisini belli eden pek çok sahne mevcut. Albümün yıldızı bana göre iki şarkısıyla yer alan Rus asıllı singer/songwriter piyano insanı Regina Spektor. Her ne kadar son albümü Far ile gönül telimi titretememiş olsa da, kendisine saygıda kusur etmem. Filmin şirin mi şirin jeneriğinde çalan Us ve en önemli kırılma anı, aynı zamanda en estetik sahnelerinden birine mükemmel fon oluşturmuş Hero çok özel şarkılar. Hatta tarifi mümkün olmayan aşk acısını melodilere dökebilmiş en içli şarkılardan biri diyebilirim Hero için. Çok fena!

Tom’un aşık olduğunu anladığı günün sabahı evden çıkıp işe giderkenki sevimli müzikal sahne için Hall & Oates’un You Make My Dreams şarkısının seçilmesi ilginç olmuş. Bazı şarkıları film içinde duymak, onları sadece dinlerken hissettiklerimizden farklı oluyor. You Make My Dreams’i tesadüfen radyoda duysam, 80’lerin kıytırık pop şarkılarından biri der (ki zaten öyle sayılır!) kanal değiştirirdim muhtemelen. Ama o sahneyi görünce veya filmde kullanılış biçimi aklınıza gelince şarkı aslında hiç de kıytırık gelmiyor kulağa. 2009’un flaş gruplarından Avustralyalı The Temper Trap’in ilk albümleri Conditions’da da yer alan Sweet Disposition, eski sevgiliyle hâlâ bir şansı olup olmadığının belirsizliğini trende gün batımı sayesinde derinden hisseden Tom’un duygularına tercüman oluyor sanki. Albümde Carla Bruni’nin henüz Sarkozy olmadan önce duyup aşık olduğum mükemmel baladı Quelqu'un m'a dit bile var. İnsan böylesi çok sevdiği bir şarkıyı beğendiği bir filmde duyunca daha mutlu oluyor. Filme veya sahneye göre o sevilen şarkının ziyan edilme ihtimali de korkutuyor bir yandan. Zaten kendisi 2:44 dakikalık apayrı bir film olan Quelqu'un m'a dit’in varlığı bile benim için başlıbaşına bu albümü dinleme sebebidir. Filme nasıl monte edildiği önemli değildir. Çünkü hiçbir sahne onu ziyan edemez gibi hissettirir. O şarkı, tıpkı onu ilk duyduğunuz anda kafanızda çektiğiniz filmi oynatmaktadır sürekli.


Doves, Feist, Wolfmother, Black Lips, eskilerden Simon & Garfunkel, yukarıda sözü edilen şarkılar kadar vurucu besteleriyle yer almasalar da, bu şeker gibi albümün diğer saygın konuklarından. Nedense filmde hakkında hoş bir sohbeti dönen Ringo Starr’ın herhangi bir şarkısı albüme konmamış. Ne yalan söyleyeyim, çok da isabet olmuş. Filmi izleyen bir insan, Summer’a Tom’a yaptıklarından ötürü kızmayacak kadar sabırlı da olsa, şâyet onun en sevdiği The Beatles elemanının Ringo Starr oluşuna kızsa bile yerden göğe kadar haklıdır bana göre. Fakat hem bizim, hem de Tom ile Summer’ın The Smiths sevgisi bir başka. There Is a Light That Never Goes Out ve hârikulade The Smiths klâsiği Please, Please, Please, Let Me Get What I Want’ın da yer alması albümü gözümde daha da yükseltiyor. Bu da yetmiyormuş gibi albümün kapanışı da tadından yenmeyen Please, Please, Please, Let Me Get What I Want coverı ile yapılıyor. O cover sahibi ise She & Him. Yani filmin başrolü Zooey Deschanel’in usta folk müzisyeni M. Ward ile kurduğu şirin indie pop grubu. İkinci albümleri Volume Two’nun dumanı hâlâ üzerinde ve bence Volume One’dan bir gömlek üste çıkmış bile denebilir.

Zaten Zooey Deschanel’in oyunculuk dışında müziğe olan ilgisi kendini hep popülerlikten uzak, bazen tuhaf projelerle kendini göstermekte. Yes Man filmi için de kızlardan oluşan bir grup kurmuş, soundtrack albüme de birkaç şarkı vermişti. Tabiî kendisinin indie camiasının önemli isimlerinden Death Cab For Cutie lideri Ben Gibbard ile evli olmasının da etkisi yoktur dersek çok ayıp olur herhalde. Son zamanların en güzel soundtrack albümlerinden biri olarak (500) Days Of Summer, eskisiyle yenisiyle çok dokunaklı bir derleme. Filmle bağ kurmuşlar kadar, henüz kurmamışları da etkisi altına alabilecek kadar belki de…

1. Mychael Danna and Rob Simonsen - A Story of Boy Meets Girl
2. Regina Spektor - Us
3. The Smiths - There Is a Light That Never Goes Out
4. Black Lips - Bad Kids
5. The Smiths - Please, Please, Please, Let Me Get What I Want
6. Doves - There Goes the Fear
7. Hall & Oates - You Make My Dreams
8. The Temper Trap - Sweet Disposition
9. Carla Bruni - Quelqu'un m'a dit
10. Feist - Mushaboom
11. Regina Spektor - Hero
12. Simon & Garfunkel - Bookends
13. Wolfmother - Vagabond
14. Mumm-Ra - She's Got You High
15. Meaghan Smith - Here Comes Your Man
16. She & Him - Please, Please, Please, Let Me Get What I Want

4 Nisan 2010 Pazar

Paper Tongues - Paper Tongues


Paper Tongues, yedi kişiden oluşan Kuzey Carolina kökenli yepyeni bir rock grubu. Yedi kişi ve rock deyince, 4-5 kişinin birden gitarlara abandığı canhıraş bir rock karmaşası aklınıza gelmesin. İki gitarist yetiyor. İki adet synthesizer canavarı da işin içine girince hem pop, hem de alternative takılan bir rock anlayışına elektro unsurların da adapte edilmesiyle Paper Tongues kendini buluyor. Dinlemesi ve beğenmesi hiç zor değil. Ama zor olmaması, basit olduğu anlamına da gelmesin. Çok iyi şarkılar yazmışlar ve onları bu kendi karışımlarına çok güzel aktarmışlar. Rock sahnelerine olduğu kadar dans pistlerine de hitap eden bir yanları var. Kalabalık olmalarının avantajlarını kullanıyorlar bir yerde. Gitarist Devin Forbes’un söylediğine göre eklektik bir müzikleri var çünkü hepsi farklı müzikal kökenlerden geliyorlar, gelmeseler bile besleniyorlar. Solist Aswan North hip hop ile, synthesizer sorumlusu Clayton Simon electronica ile, kendisi de rock ile büyümüş. Farklı disiplinlerin uyumu da ortaya Paper Tongues’u çıkarmış.

Paper Tongues’un temelleri 2007 yılında Aswan’ın yaşadığı yer olan Charlotte’ta haftalık bir açık hava etkinliği olan, evsizler için çeşitli grupların müzik yaptığı Inprov Music Experience bünyesinde bir grup oluşturmak istemesiyle atılıyor. Bu temelleri atarken beş kişilermiş, sonradan iki arkadaşlarını da alarak şu anki hallerini almışlar. 30 Mart’ta çıkan kendi adlarını taşıyan ilk albümleri tepemde havai fişekler patlattı desem yeridir. İlk bakışta pek de eklektik gibi durmayan şarkıları, aslında eklektik olduğunu fazla hissettirmeyen ya da plânına sadık kalarak sentez olayını abartmayan bir tecrübenin ürünü. Bunu daha albümün karşılama şarkısı, aynı zamanda ilk single olarak seçtikleri Trinity’den anlamak olası. Canlı, tutkulu ve radyo dostu Trinity’nin ardından yine aynı sıfatları kullanabileceğimiz, Aswan’ın hip hop etkilenimlerini de yoğunlukla hissettiren For The People ve Ride To California, daha ilk üç şarkıyla alıp götürüyor. Kasabian’ın alternative dance ortamlarına aktığınızı da düşünebiliyorsunuz. Down tempo bir coşkunun tavan yaptığı Get Higher, Aswan’ın funky altyapıya harikulade bir funky vokalle eşlik ettiği Everybody, yine Aswan’ın Zack de la Rocha rüzgârları estirdiği Rich and Poor ve âşık olduğuna ikna etme kapasitesi yüksek kapanış şarkısı Love Like You, sanki ilk albümlerini değil de, ilk best of’unu çıkarmış bir grubu müjdeliyor. Ez cümle, Paper Tongues yılın en iyi debutlarından biri. Nokta.

1. Trinity
2. For the People
3. Ride To California
4. Get Higher
5. What If
6. Soul
7. Everybody
8. Strongest Flame
9. Rich and Poor
10. Love Like You