1970'lerde yayınladığı bir dizi hit kaydın ardından, Paul Simon zor zamanlar geçirmeye başladı. Simon & Garfunkel olarak birçok önemli albüme ve şarkıya imza attığı eski ortağı Art Garfunkel ile ilişkisi yeniden kötüleşmişti. Altıncı solo albümü Hearts and Bones (1983) kariyerinin en düşük satışını elde etti. Aktris Carrie Fisher ile olan evliliği bitti. Tipik bir romantik komedi erkeğinin başına gelebilecek birçok olumsuz şey onu bu dönem yakaladı. 1984'te Simon, genç bir şarkıcı/söz yazarı olan Heidi Berg tarafından bir kayıt yapmayı kabul etti. Paul Simon ile televizyon yapımcısı Lorne Michaels tarafından tanıştırılan Berg, kaydının nasıl olmasını istediğine örnek olarak, Simon'a Johannesburg'un Soweto ilçesinden siyah sokak müziği mbaqanga'nın kaçak bir kasetini ödünç verdi. Simon'a 1950'lerin rhythm and blues'unu hatırlatan bu müzik, içinde bulunduğu ruh hali de düşünülünce onu derinden etkiledi. Arabasında kaseti dinlerken şarkıların üzerine doğaçlama melodiler yapmaya başladı. İşi iyice ciddiye alan Simon, plak şirketi Warner'daki bağlantılarından kasetteki sanatçıları kim olduklarını öğrenmek istedi. Adres Güney Afrika'ydı ve kayıtlar vokal grubu Ladysmith Black Mambazo ya da Boyoyo Boys'a aitti. Simon, kasetteki en sevdiği şarkı olan Gumboots'un haklarını satın almayı düşündü ve 1970'lerde El Condor Pasa şarkısında olduğu gibi kendi serbest uyarlamasını yapmak istedi. Ama Güney Afrikalı yapımcı Rosenthal büyük resmi görüp bunun yerine Simon'a Güney Afrika müziğinden oluşan bir albüm kaydetmesini teklif etti ve ona Güney Afrikalı sanatçılardan düzinelerce kayıt gönderdi.
Ne var ki 1980'lerde Güney Afrika'da kayıt yapmak tehlikeliydi. Çünkü Birleşmiş Milletler ırkçılık politikaları nedeniyle kültürel bir boykot uygulamıştı. Bu boykot, diğer devletleri Güney Afrika ile "tüm kültürel, akademik, sportif ve diğer alışverişleri engellemeye" zorladı. Yazarlara, sanatçılara, müzisyenlere ve "diğer kişiliklere" ülkeyi boykot etmeyi dayattı. Simon yine de Güney Afrika'ya gitmeye kararlıydı. "Müziğine büyük hayranlık duyduğum insanlarla çalışmak için müzikal içgüdülerimi takip edeceğim" şeklinde demeçler verdi. Güney Afrikalı siyah müzisyenler birliği de, bu müziğin uluslararası arenalarda tanıtılacak, geniş kitlelere ulaştırılacak, sorunları daha görünür kılacak olması sebebiyle Simon'ın gelmesine izin verdi. Bu arada Simon, Heidi Berg'in ödünç verdiği kasetten esinlenerek bir albüm kaydetme planlarından ona bahsettiğinde, projesinin sahiplenilişini tam sindiremediği için ilişkileri kötüleşti. Belki de Simon'ın kendi fikrini çaldığını düşünerek bu boyutlara getirmesini hazmedemedi bilemiyoruz. Şubat 1985'te Simon ve uzun yıllardır onun ses mühendisliğini yapan Roy Halee, gizlice Johannesburg'a uçtular. Rosenthal da Simon'ın etkilendiği Lulu Masilela, Tao Ea Matsekha, General M. D. Shirinda and The Gaza Sisters ve The Boyoyo Boys Band gibi müzisyenleri çoktan ayarlamıştı bile. Johannesburg'daki müzisyenlere genellikle saatte 15 dolar ödenmesine rağmen, Simon onlara saatte 200 dolar ödeme ayarlattı ki bu o dönem New Yorklu müzisyenlerin bile aldıkları ücretin yaklaşık üç katıydı.
Halee'nin kayıtların yapılacağı stüdyodan pek ümidi yoktu ama şaşırtıcı biçimde iyi buldu. Biraz garajı andırması, müzisyenlerin kulaklık takmamaları vs. kayıtları aksatmadı. 10 ila 30 dakika süren jam sessionları ve bilumum kayıtları toplayan Simon ve Halee, New York'a dönünce albüm projesinin peşini bir an olsun bırakmadılar. Johannesburg kayıtlarından üç ay sonra kayıtları tamamlamak için birkaç Güney Afrikalı müzisyeni New York'a taşıyan Simon, 25 Haziran 1986'da resmen Graceland'i piyasaya sürdü. Benim de albümle, aynı zamanda Paul Simon ile tanışmam sanırım bir sene sonrayı buldu. MTV ve radyolar sayesinde ilk single You Can Call Me Al'a rastlamamak mümkün değildi. O kadar canlı, sevimli, zeki bir pop şarkısıydı ki, dinledikçe dinleyesi geliyordu insanın. Hala da öyle. Perküsyonların, nefeslilerin, Ladysmith Black Mambazo geri vokallerinin, şahane bir penny whistle (teneke flüt) solosunun arasından şirin şirin şarkı söyleyen bu küçük adam da nereden çıktı demiştik. Sonra da o zaman 45 yaşında (şu an 83) olmasına, 1965'ten beri albüm yaptığına şaşırmıştık. Belki Simon & Garfunkel döneminden 1-2 şarkısını bildiğimiz bir müzisyeni yakından tanıma fırsatı bulmuştuk.
Açıkçası Paul Simon'ı birkaç şarkısı dışında pek dinlemem. Ama Graceland'in yeri çok başka. 80'lerin ortasında hard rock veya pop müziğin dışında "world music" diye bir evrenle tanışmamıza vesile oluşu, Afrika ezgilerinin pop ve pop rock unsurlarıyla kaynaştığında gidebileceği yerleri göstermesi, ergenlik çağlarımızın belirli anlarına fon müziği olup o anları çıkmamak üzere zihnimize kazıması ona olan borcumuzun boyutlarını gösteriyor olmalı. Zaten o world music geçidinin açılmasıyla bu albümde tanıştığım Ladysmith Black Mambazo, Youssou N'Dour, Boyoyo Boys gibi isimlerle ilerde yollarımın kesişmesi de çok anlamlıydı. Özellikle 1964'te kurulan bayıldığım Ladysmith Black Mambazo'nun yer aldığı üç parça Diamonds On The Soles Of Her Shoes, You Can Call Me Al ve Homeless, albümü yıllar boyunca sevmeme katkısı olan şarkılardır. Hele de mükemmel bir a capella olan Homeless'in büyüsü beni hiç terk etmedi. Sevimli bir çocuk şarkısıyla, kederli bir Afrika türküsü arasında gidip gelen bu Shabalala karrdeşler- Simon ortak bestesi albümün en özel anlarından birini oluşturmakta.
Albümün ismini Graceland olarak seçmekle Elvis Presley'in Memphis'teki evine atıfta bulunan Paul Simon bunun manevi bir yönü temsil ettiğine inanıyordu: Afrika'da fikir toplamak için fiziksel bir yolculuğa çıktığı gibi, müziğe olan sevgisini yeniden canlandırmak için manevi olarak rock "atasının" evine de seyahat edecekti. Bu hac fikrinin kaynamakta olan bir kazan halindeki Güney Afrika'yı kapsıyor olması ayrıca manidar. Şarkı ise Afrika ezgileriyle Amerikan rockabilly buluşması nefis bir serinlik. Yılların rockabilly/country duosu The Everly Brothers'ın vokalleriyle katkı sağladığı Graceland her ne kadar Elvis'in rock'n roll ateşiyle yanmasa da, Simon'ın yolculuğundaki köklere dönüşün anlamlı bir ifadesi olduğunu hissettirmiş. Bir başka favorim ise, Linda Ronstadt'in geri vokal yaptığı Under African Skies... Adı gibi, Afrika gibi, gökyüzü gibi olağanüstü bir şarkı. (Bu arada kim bu Linda Ronstadt diyen olursa kendisi 90'larda Star televizyonunda gece yayına giren Parliament Sinema Kulübü'nde duyduğumuz All My Life şarkısını seslendiren country/pop rock şarkıcısıdır.)
Yine Ladysmith Black Mambazo'nun 1 dakikalık a capella girişinden sonra tatlı mı tatlı bir Afrika şarkısı olarak yüreklere akan Diamonds On The Soles Of Her Shoes, albüm bütünlüğüne pek uymuyor gözükse, Los Lobos ne alaka dedirtse de kalite bütünlüğünü kesinlikle bozmayan All Around The World or The Myth Of Fingerprints, The Boy In The Bubble, I Know What I Know diye sürüp giden, ayrı ayrı hayranlık duyduğum diğer Graceland şarkıları. A cappella, Zydeco, Isicathamiya, Mbaqanga, Mbube gibi duymadığımız Afrika müzik türlerini klasik Paul Simon folk, pop ve rock kimliğiyle buluşturan Graceland bu satırlar yazılırken 38 yaşında. Dönemin müzikal ikliminde büyük bir fark yaratmış, yine dönemin apartheid (beyaz ırkın diğer ırklardan üstün olduğunu savunan ideoloji) rüzgarının karşısına "anti" bir duvar örmüş bu albümden sonra Simon, 1990'da bu defa Brezilyalı müzisyenlerle The Rhythm Of The Saints'i çıkardı. O albümü, benim için bir başyapıt olan The Obvious Child haricinde Graceland kadar sevemedim. Zaten hiçbir Paul Simon albümünü Graceland kadar sevemedim. Hatta şimdi bakınca Graceland'in Paul Simon'ı bile aştığını düşünüyorum.
1. The Boy in the Bubble
2. Graceland
3. I Know What I Know (with General M.D. Shirinda and The Gaxa Sisters)
4. Gumboots (with The Boyoyo Boys)
5. Diamonds on the Soles of Her Shoes
6. You Can Call Me Al
7. Under African Skies (with Linda Ronstadt)
8. Homeless (with Ladysmith Black Mambazo)
9. Crazy Love, Vol. II (with Stimela)
10. That Was Your Mother (with Good Rockin' Dopsie And The Twisters)
11. All Around the World or the Myth of Fingerprints (with Los Lobos)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder