21 Ocak 2014 Salı
The Broken Circle Breakdown (OST)
2009 yılında çektiği The Misfortunates ile kalpleri kırmaya oynayan Belçikalı Felix Van Groeningen, 2012'de The Broken Circle Breakdown ile bu defa kalpleri parça pinçik ediyor. Şahane kurgusu, yürek yakan konusu, olağanın üzerine çıkan oyuncu performansları ve bitirici vuruşu yapan finaliyle güçlü bir bütün oluşturan film, bu bütünün muhtelif yerlerine dantel gibi işlenmiş bluegrass ezgileriyle soundtrack olarak ayrı bir ilgiyi hak ediyor. Altı kişilik bluegrass grubuyla yerel mekanlarda sahne alan Didier ile, dövme sanatçısı güzel Elise'nin ileri geri kurguda vücut bulan aşk, evlilik, çocuk sahibi olma ve trajik olaylar sonrası bunları inanç, pişmanlık, ölüm kavramlarıyla sorgulama hikayesi çok etkileyici. Bu etkiyi sağlamada en önemli pay sahibi unsurlardan biri olan müzik ise filme eklenmiş ayrı bir karakter kadar güçlü.
Temelleri 18. yüzyıla dayanan, İngiliz, İrlanda, İskoçya, Galler geleneksel müziklerinin Amerika'nın doğusundaki Appalachia bölgesindeki müzikal yansıması olarak gelişen bluegrass müziği, Didier'nin filmde de tanımladığı gibi "country müziğin en saf hali" olan bir alt tür. Gitar, keman, mandolin, kontrbas ve bançonun kimi zaman hüzünlü, kimi zaman ipini koparmışçasına hızlı ve mutlu uyumları başka bir folk evreninden seslenir. Bluegrass müziğin Belçika yapımı bir filmde bu denli yoğun ve anlamlı durabileceğini tahmin edemezdim doğrusu. Şarkıların kırsal ruh halini kutsayan masumiyetleri yanında, filmin kritik noktalarına temas eden yerleştiriliş biçimleri de çok ustaca.
Bazı kimselerce çok tekdüze bulunan bluegrass türündeki parçaların filmde çoğunlukla sahne performansları şeklinde karşımıza çıkması, o sahnelerin öncesinde yaşananların yoğunluğu sayesinde bu sözde monoton havayı ortadan kaldırıyor. Şarkıların sahnelere fon olmayıp (gerçi bazı fon olan kısımlar da var) bizzat sahnede çalınıp söylenmesi, Elise ve Didier'nin mevcut sahneler sonrası yüzlerine yansıyan keder ve mutlulukların resmedilmesinde daha samimi bir atmosfer sağlıyor. Yine de albümdeki şarkıları film eşliğinde değil de kendi hallerinde görüntüsüz biçimde duysak aynı etkiyi uyandırmayacaktır, bu bir gerçek. Bunu her soundtrack için söyleyebilir, bu yüzden klişe bir insan olmakla suçlanabiliriz. Ama bluegrass'in filmdeki rolü, başrollerden biri olduğu için değerlendirmelerimiz hep filmle aynı dalga boyunda seyredecektir.
Blugrass'in blues ve country'ye göre daha çiğ bir soundu olduğu malum. Bu yüzden filmin duygusal bağlamda ele aldığı hacmi geniş meseleleri en saf hallerine indirgemeye çalışmasında katkısı da büyük. Elise ve Didier'nin karmaşık, kırılgan, çaresiz ama bunun yanında tutkulu, sevgi dolu, umut yüklü ruh yapılarına tercüman olması için belki de seçilebilecek en yerinde müzik türlerinden biri. Filmin girişinde Didier'nin grubuyla birlikte bir barda seslendirdiği Will The Circle Be Unbroken'ı, daha sonra ortalarda aynı sahneyle tekrar izliyoruz. Meğerse bu sahne Elise'in Didier'yi sahnede ilk defa gördüğü an, şarkıysa Didier'yi ilk kez söylerken duyduğu şarkıymış. İşte bunlar hep filmin kurgusundan oluyor. Grubun gece kendi aralarında verdikleri bir partide ateş çevresinde çalıp söyledikleri The Boy Who Wouldn't Hoe Corn, aynı kurgu güzelliğiyle birden sahnede çalınıp söylenmeye başlıyor mesela.
Yine bir bar performansından festival sahnesi performansına dönüşen sahneye eşlik eden Country In My Genes albümün kucağa alınıp sevilesi şarkılarından. Bu kez loş bir sahnede başlayan, sonra da Didier ve Elise'nin en büyük trajedisiyle sonuçlanan bölüme şahane bir fon şarkısı oluşturan Wayfaring Stranger insanı altüst ediyor. Grubun sahne sembolü haline gelmiş beyaz giysiler içinde seslendirdikleri If I Needed You bittikten sonra Didier'nin öfkeden deliye dönüp sahnede seyircilere ateizm yüklü bir tirad attığı bölüm filmin en can alıcı sahnelerinden biri. Zaten film bu tip can alıcı anlarla dolu. Görebileceğiniz en iyi veda sahnelerinden birine sahip finalde, grubun hiç alışık olmadıkları bir mekanda çaldığı enstrümantal Sand Mountain, şarkıyla açılan filme şarkıyla kapanış yaparak müziğin (bluegrass'in) The Broken Circle Breakdown için ne kadar önemli olduğunun noktasını koyuyor
Filmin, onun sahibi Felix Van Groeningen'in, Didier'nin, Elise'nin tüm duygusal ve trajik anlara taban ve tavan oluşturan bluegrass müziğine gösterdikleri saygı sadece müzikal boyutta kalmıyor. Didier ve Elise çiftinin dünya tatlısı küçük kızlarına Maybelle adını vermeleri, bir zamanların ünlü country kadınlarından Maybelle Carter'dan (1909-1978) kaynaklanıyor. Maybelle Carter aynı zamanda country'nin cennetteki krallarından Johnny Cash'in büyük aşkı June Carter'ın annesi. Buradan da country'nin kanatları altındaki bir başka çalkantılı aşk hikayesi için Walk The Line filmi ve soundtrack albümüne gönderme yapalım. Bir diğer saygı duruşu da, Didier ve Elise'in ilk karşılaşmalarındaki diyalogdan ortaya çıkıyor. Elise, dünyanın en iyi müzisyeninin Elvis olduğunu iddia edince Didier onun bir nonoş olduğunu, asıl dünyanın en iyi müzisyeninin bluegrass'in babası Bill Monroe (1911-1996) olduğunu söylüyor. Bu iki büyük country ustası, filmin senaryosunda sadece basit birer referans olarak kalmayıp, hüzün dolu bu aşk öyküsünün bluegrass hüznü bünyesinde somutlaşıyor. İpucunu fazla kaçırmadan, önce filme, sonra da bu albüme yönelinmesini tavsiye ederek kurmaya çalıştığım bu garip cümlelere burada son veriyorum.
1. Will The Circle Be Unbroken
2. The Boy Who Wouldn't Hoe Corn
3. Dusty Mixed Feelings
4. Wayfaring Stranger
5. Rueben's Train
6. Country In My Genes
7. Further On Up The Road
8. Where Are You Heading, Tumbleweed
9. Over In The Gloryland
10. Cowboy Man
11. If I Needed You
12. Carved Tree Inn
13. Sand Mountain
14. Sister Rosetta Goes Before Us
15. Blackberry Blossom
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Şarkılar ile film arasındaki yoğun bağ tartışılamaz ama buradaki bluegrass sanki daha güncelleştirilmiş gibi geldi bana. Açıkçası daha evvel bluegrass dinlediğim için değil, ki bu durumda yorum yapmam saçma ama, çiğ bir country dinliyor gibi hissetmiyorum. Bu yüzden de filmdeki sahnelerle örtüşme etkisinin dışında şarkıların klasikten farklı bir yorum içerdiğini düşünüyorum (Her şarkıda olmasa da). Belçika'dan böyle bir örnekle karşılaşmak şaşırtıcı ama aynı zamanda çok da mutluluk verici zira bir country aşığı olmamama rağmen bu OST'deki tüm şarkıları çok sevdim. Ama sanıyorum ki Requiem for a Dream'in soundtrack'i beni nasıl hala vuruyorsa, bu da uzun süre sarsacaktır.
YanıtlaSil