16 Temmuz 2020 Perşembe

Marc Cohn - Marc Cohn


Marc Cohn ismini bilmiyorum kaç kişi duymuştur. Duyduysa da 1991 tarihli ilk albümünün hit şarkısı Walking In Memphis ile duymuştur. (Şarkıyı yıllar sonra coverlayan Cher'e ait sananlar bile var bu arada.) 1959 Cleveland doğumlu Cohn, kendi adını taşıyan bu ilk albümüyle abur cubur gibi kaset tükettiğim bir dönemde, alacak daha iyi bir kaset bulamadığım bir gün, hakkında en ufak bir bilgi sahibi olmadan, hatta daha önce bir yerlerde Walking In Memphis'i bile duymadan hayatıma girmişti. Beni bu kaseti almaya iten nedenleri hiç hatırlamıyorum. Belki Michael Bolton ve Rod Stewart'ın o blue-eyed soul hüznüne sardığım döneme denk gelmiştir. Tabii bu dönem, duygusal açıdan tutunamamışlığın o hüzne kapılarını ardına dek açmış olduğu da bir dönemdi. Zaten o boşluğu hissettirecek bir albüm kapağı da son noktayı koymuştur. Hatırlamadığım o satın alma günündeki ruh halimi şimdi böyle yorumlamaya çalışıyorum. Lise yıllarında önce gitar, ardından piyano çalmayı öğrenerek kendi şarkılarını yazmaya başlayan Cohn, Şubat 1991'de kendi adını taşıyan ilk albümüyle en başta ülkesinde çok önemli başarılar kazandı. 1992'de En İyi Yeni Sanatçı kategorisinde Grammy kazandı. Şimdilerde osuranların bile 1 numaraya yükseldiği Billboard 200 listesinde Walking In Memphis ile o zamanlar 38 numaraya kadar yükseldi. Billboard'un, Grammy'nin saygınlığı olduğu güzel yıllardı.

İlk albüm Marc Cohn, Willie Dixon coverı 29 Ways dışında tamamı Cohn bestesi şarkılardan oluşmakta. Tıpkı albümü hangi duygularla, nerede, ne zaman aldığımı hatırlamadığım gibi, açılış şarkısı Walking In Memphis'i ilk duyduğumda ne hissettiğimi de hatırlamıyorum. Ama albüm onunla ve birazdan sayacağım başka şarkılarla yıllar içinde o kadar demlendi, o kadar güzel yaşlandı ki, bende 2020'lere kadar taze kalabilmesi harika bir duygu. Walking In Memphis, piyanonun Cohn'un başta hüzün olmak üzere her duyguya hakim sesiyle mükemmel bütünleştiği, sonlara doğru gospel korosuyla tüyleri iyice dikenleştiren, sonra tekrar sakinleyip finalini yapan asla eskimeyecek bir şarkı. Albüme konuk olup Cohn'a omuz veren çok kaliteli isimler var. Mesela en başta müzik dünyasında sayısız isme hizmet vermiş, burada da çeşitli şarkılarda gitar, bas, organ, buzuki çalmış bir John Leventhal var. Perfect Love'da Amerikalı singer/songwriter insan James Taylor geri vokalde, Saving The Best For Last şarkısında The Beatles ile de çalışmış David Spinozza akustik gitar çalıyor. Üç şarkıda New Yorklu efsane perküsyonist Bashiri Johnson dokunuşları mevcut. Yine albümün en içten şarkılarından olan Dig Down Deep'te Arto Tunçboyacıyan hem perküsyonda, hem de final düzlüğündeki geri vokallerde şahane. Daha ilk albümden bu kadar elit müzisyenin konuk olması, şarkıların kalitesine baktığımızda hiç de boşuna değil.


Her ne kadar albüm vitrini Walking In Memphis gibi görünse de, başından beri ondan hiç ayrı bir yere koymadığım harika şarkılar var. Her dinlediğimde içimi sinematik hissiyatlarla acıtan Strangers In A Car, müzikal manada hüzün ve umudu bünyesinde buluşturan şarkılardan biri olmuş Silver Thunderbird, türlü perküsyon materyalleriyle bu hüzne otantik bir havanın katıldığı Dig Down Deep, Cohn'un konuşmakla şarkı söylemek arası vokaliyle, enfes akustik gitar melodisiyle, Bashiri Johnson'ın perküsyonlarıyla, James Taylor'ın doğru zamanda ortaya çıkıp iç ısıtan "under the moon and stars above" repliğiyle Perfect Love, Cohn'un adeta kendi piyanosuyla düet yaptığı Walk On Water, o piyanoya slide gitarın, buzukinin katıldığı kapanış gibi kapanış True Companion kesinlikle zamansız şarkılar. Marc Cohn soul odaklı pop rock şarkıcılığı, gitar ve piyano odaklı müzisyenliği kadar şarkı sözleriyle de edebi bir güce sahip. Ateistliğini ironilerle, tutkusunu nokta atışı tespitlerle, hayata dair gözlemciliğini umursamaz teslimiyetlerle betimleyen ve bunların hepsini kendi kontrolü altında tutan içten hüznüyle çok iyi bir yazar. Onun ikna edici sesi, her ne anlatıyorsa ne kadar haklı olduğunu düşündürürdü bana. Geçen yıllar, alınan yaşlar bile bunu değiştiremedi.

Marc Cohn'un ikinci albümü The Rainy Season 1993'te çıktı ve bu defa ne ile karşılaşacağımı bilerek o kaseti de hemen aldım. Leventhal ve Tunçboyacıyan onu yine yalnız bırakmamıştı. James "Hutch" HutchinsonJim KeltnerLarry Campbell, Benmont Tench gibi ancak o dönemin kaliteli albümlerinin bookletlerinde görebileceğiniz usta müzisyenler gelmişti. Bu defa vitrinde enfes bir Walk Through The World vardı. Rest For The Weary, bir zamanların en cool blues rock sanatçılarından Bonnie Raitt'in vokali ve slide gitarıyla eşlik ettiği The Rainy Season, hele de David Crosby ve Graham Nash'in geri vokalleriyle Crosby, Stills, Nash and Young armonisi kattıkları She's Becoming Gold, rhythm & blues lezzeti Baby King şarkıları da Marc Cohn deyince aklıma gelenlerden oldu. Ama ilk albümün efsanesinin gölgesinde kalmış ikinci albümden sonra nedense onu takip etmeyi bıraktım. Belki de Marc Cohn'a doydum ve bilinçaltım bir şekilde ondan gelebilecek olası vasat albümleri kabul etmeye yanaşmıyordu. Öyle ki daha sonra dört albüm daha çıkarmış ve ben hiçbirini henüz dinlemedim. Bu vesileyle onlara da uğrarım. Benim Marc Cohn'a olan sevgim sadece ilk iki albümle değil, onların beni bir dinleyici olarak yükseltip bıraktığı zirveyle tanımlanıyor. Onları dinlerken zaten yeni Cohn albümleri dinler gibi hissediyorum. Bu da bana yetiyor.

1. Walking in Memphis
2. Ghost Train
3. Silver Thunderbird
4. Dig Down Deep
5. Walk on Water
6. Miles Away
7. Saving the Best for Last
8. Strangers in a Car
9. 29 Ways
10. Perfect Love
11. True Companion

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder