31 Temmuz 2012 Salı

Issız Ada Radyosu Arşivi (Temmuz 2012)

Cinderella - Long Cold Winter
Yıl: 1988 ABD
Tür: Hard Rock, Blues Rock, Southern Rock
"F" Rate: 10/10
I.A.R. tavsiyesi: "Long Cold Winter"
Work Drugs - Aurora Lies
Yıl: 2011 ABD
Tür: Chillwave, Dream Pop, Indie Pop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Daddy Bear"
Dead Can Dance - Anastasis
Yıl: 2012 Avustralya
Tür: Neoclassical Darkwave, World Music
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Children of the Sun"
Passion Pit - Gossamer
Yıl: 2012 ABD
Tür: Synth Pop, Electropop
"F" Rate: 4/10
I.A.R. tavsiyesi: "Carried Away"

Skeewiff - Private Funktion
Yıl: 2006 İngiltere
Tür: Breakbeat, Funk, Lounge, Jazz-Funk
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Man of Constant Sorrow"


Blind Mr. Jones - Tatooine
Yıl: 1994 İngiltere
Tür: Dream Pop, Shoegaze
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Hey"


Testament - Dark Roots of Earth
Yıl: 2012 ABD
Tür: Thrash Metal, Heavy Metal
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Powerslave"


Blackberry Smoke - The Whippoorwill
Yıl: 2012 ABD
Tür: Blues Rock, Southern Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Six Ways to Sunday"


Bonnie Raitt - Luck of the Draw
Yıl: 1991 ABD
Tür: Blues Rock, Pop/Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Come to Me"
Bowfinger OST
Yıl: 1999 ABD
Tür: Pop, Funk, Soul
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: Johnny Rivers - "Secret Agent Man"
Izabo - Life Is On My Side
Yıl: 2012 İsrail
Tür: Pop/Rock, Alternative Rock
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Jonny"



The Dodoz - Forever I Can Purr
Yıl: 2012 Fransa
Tür: Garage Rock, Indie Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Dum Dum"

Stomacher - Clara
Yıl: 2012 ABD
Tür: Indie Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "A Little Mercy"

Bobby Darin - The Very Best of Bobby Darin
Yıl: 2006 ABD
Tür: Rock & Roll, Vocal Jazz, Swing
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Beyond the Sea"


The Impellers - This Is Not a Drill
Yıl: 2012 İngiltere
Tür: Funk, Soul
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Close to Me"

PMMP - Rakkaudesta
Yıl: 2012 Finlandiya
Tür: Dream Pop, Art Pop, Pop/Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Tytöt"


Collective Soul - Blender
Yıl: 2000 ABD
Tür: Alternative Rock, Pop/Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Skin"


Wintersleep - Hello Hum
Yıl: 2012 Kanada
Tür: Indie Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Someone, Somewhere"


Public Enemy - Most of My Heroes Still Don’t Appear on No Stamp
Yıl: 2012 ABD
Tür: East Coast Hip Hop, Political Hip Hop
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Run Till It's Dark"



Souad Massi - Raoui
Yıl: 2001 Cezayir
Tür: Singer/Songwriter, Folk Rock
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: "Raoui"

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Collective Soul - Hints Allegations and Things Left Unsaid


Tam grunge döneminde ortaya çıkıp da "post-grunge" olarak kategorilendirilmek herkese nasip olmaz. Normalde bu türe kapaklanmış grupların grunge sonrası ortaya çıkanları daha fazladır. Collective Soul'un sanki grunge'ın sonunu görmüş gibi uzaydan gelme bir müziği yok tabii. Ancak ilginçtir, böyle etiketlenenlerin büyük çoğunluğu alternative rock ile pop rock'ı Collective Soul tarzı çiğlikten arınmış, durulmuş ve mainstream kalıplar içinde tutkulu bir hale sokamadıkları halde post-grunge şeklinde tanımlanmışlar. Oysa benim algılayışımda bir müzik grunge sonrasını ifade edecekse bu veya buna benzer bir karışımı tutturmalıdır. İşte bu yüzden Collective Soul bana göre tam da grunge zamanı yola çıktığı halde en post-grunge olabilmiş rock grubudur. Grubun ilk albümü 1993 tarihli (Nevermind, Badmotorfinger, Ten gibilerinden sadece iki sene sonra çıktığı için mi post-grunge acaba?) Hints Allegations and Things Left Unsaid, ortalığın toz duman olduğu o yıllarda kendini fark ettirmeyi başarmış cıva gibi bir rock albümüdür.

Okullu müzisyen Ed Roland, aynı zamanda underground müzik piyasasında da arı gibi çalışan bir adamdı. Producing, mixing, engineering, performing falan derken 80'ler boyunca yeni gruplara ağabeylik, babalık eden bir isme dönüşmüştü. Kendi grubunu kurmaya karar verdiğinde ise ilk başta Marching Two-Step adıyla bir dörtlü olarak sahnlerde boy göstermeye başladı. Bu arada başka müzisyenlerle Ed-E diye bilinen bir projeyle kaçamaklar da yapıyordu. Ne var ki Marching Two-Step, tüm iyi niyetine ve çalışkanlığına karşın kulüplerin dışına çıkamamıştı. Roland bir an önce bir firmayla anlaşma imzalamak, ondan sonra resmen bir grup çatısı altında albümler yapmak istiyordu. Derken bodrum katında kaydedilmiş Shine demosu elden ele dolaşıp Atlanta'nın üniversite radyolarında en çok istenen şarkı olunca Ed Roland, önceki projelerinden arkadaşları olan Shane Evans, Will Turpin, Ross Childress ve kardeşi Dean Roland ile Collective Soul'u normal doğumla dünyaya getirdiler.


1993'ten bugüne 8 albüm yayınlayan Collective Soul hakkında bu albümlerin sekizine de sorti yapmış biri olarak genel anlamda güzel şeyler düşünüyorum. Ama ilk ikisi olan Hints Allegations and Things Left Unsaid ve Collective Soul albümlerinin nostaljisi bende çok farklıdır. Kanımca tarihlerinin en iyi şarkıları bu iki albümde yer alır. Gerçi bu ikisinden sonra çıkan albümlerindeki Listen, Needs, Run, Skin, Turn Around gibi besteler kendi gayri resmi "Collective Soul Best Of" derlememin demirbaşlarıdır. Shine'ı ilk radyolardan duyup da nasıl bu kadar basit tasarlanmış bir şarkının hemen kafakol yapıp kendine bağladığını anlayamamıştım. Fazla zaman geçmeden Shine'ın kefil olduğu kaseti çıkınca da hemen aldım. Dinlemekten yaylarını gevşettiğim albümde zamanla Wasting Time, In A Moment, Burning Bridges ve Heaven's Already Here'ın Shine'dan daha iyi olduklarını anladım. Ama Collective Soul'un ve debut albümü Hints Allegations and Things Left Unsaid'in numaraları bu kadarla kalmıyordu.

Çok şık bir post-punk denemesi olan Love Lifted Me, gitarların kenara konduğu, piyano, bas, organ, davul ve Ed'in harika sesiyle eksik kanallı kaydedilmiş karizmatik Sister Don't Cry, demo günlerine özenen lo-fi punk Scream ve kapanışta The Beatles şirinliğindeki All, zaten bir önceki paragrafta saydığım iyi şarkıların orasından burasından sızmayı başaran diğer dikkat çekenler. Bu albümden iki yıl sonra çıkan Collective Soul albümü ise Simple, December, The World I Know, Smashing Young Man, She Gathers Rain, When The Water Falls gibi şarkılarla ilk albümün çıtasını korudu. (Hatta bazen 1-2 puan yükselttiğini bile düşünürüm.) Grup daha sonra eleman değişiklikleri, tarzda yapılan ince ayarlar, promosyon çalışmaları vs. derken eski günlerinden uzaklaştı. Ama her daim grubun başındaki Ed Roland'ın pop ve alternative rock aklından sıyrılan kaliteli beste ve güfteleri, aynı zamanda ne zaman duysam beni 90'lara fırlatan vokali Collective Soul ismini hep saygın bir konumda tuttu. Tıpkı ikinci albüm gibi aynı adı taşıyan 2009 tarihli son albümleri "Collective Soul" (o günlere geri dönme totemi midir artık), bu saygın konumu zedelemeyen, ama bence 93-95 arasına da götüremeyen bir albüm. Hali hazırda iki tüm albüm ve birkaç iyi şarkı varken Collective Soul'un o yıllarına dönmesek de olur.

1. Shine
2. Goodnight, Good Guy
3. Wasting Time
4. Sister Don't Cry
5. Love Lifted Me
6. In a Moment
7. Heaven's Already Here
8. Pretty Donna (Instrumental)
9. Reach
10. Breathe
11. Scream
12. Burning Bridges
13. All

27 Temmuz 2012 Cuma

Beyond The Sea (OST)


Bronx’dan çıkıp şov dünyasının önemli isimlerinden biri olmuş, yedi yılda on film çekmiş, 1963’de rol aldığı Captain Newman, M.D. filmiyle En İyi Yardımcı Oyuncu dalında Oscar’a aday olmuş, iki Grammy kazanmış, yedi tane ilk ona giren parça çıkarmış bir sanatçı olan Walden Robert Cassotto ya da sahne adıyla Bobby Darin'in hayat hikayesi olan Beyond The Sea, benim için 2004 yılının en mühim filmlerinden biriydi. Darin'i en sevdiğim aktörlerden Kevin Spacey'nin oynayacağını duyunca bıngıldağım yerinden fırlamıştı sanki. Neyse filmle ilgili bilgiler yavaş yavaş yeryüzüne düşmeye başladığında her cephede Kevin Spacey ismini görmek, hele de kendisinin "ben Bobby Darin'i oynamak için doğdum" demesi beklentileri tavana vurdurdu. Ve anlaşıldı ki Spacey filmde sadece Darin'i oynamıyor. Filmi yönetiyor, senaryosunu (Lewis Colick ile) yazıyor, yapımcılığını üstleniyor, Bobby Darin şarkıları söylüyor, dans ediyor, sette çay kahve servisi yapıyor, boşları topluyor vs. Tüm bunları yaparken ne emekten, ne paradan kaçınmadığını hissettiriyor. Özellikle oyunculuğu, bu filme kadar alınmış 2 haklı Oscar'ı ve nice unutulmaz karakteri bir yana, cıvıl cıvıl bir müzikalin gözalıcı ışıltısını taşıyor.

Karizması, renkli kişiliği ve performansıyla Frank Sinatra'ya rakip olarak gösterilen Bobby Darin'in hayatında öyle mesaj çıkarılacak ya da olağanüstü fark yaratacak olayların fazla yer almaması, filmin kendisini sadece eğlencelik bir seyir haline sokuyor görünse de, aslında sırf bugüne dek neler yapabildiğine şahit olduğumuz Kevin Spacey'nin daha başka neler yapabileceğine dair bir başvuru kaynağı olabilir. Hem tip, hem de ses olarak Darin'e benzeyen, benzemeyen yönleri olabilir. Ama en önemlisi, Spacey'nin Darin'e fiziksel veya vokal anlamda tıpatıp benzeme gibi bir takıntısı olmaması. Bu da filmi bazı emsallerinden daha farklı ve anlamlı bir düzeye taşıyor. Özellikle albümde Spacey yorumuyla duyduğumuz Bobby Darin hitleri sanki Darin'in kendi ağzından çıkmış gibi değil de (ki bir Bobby Darin biyografisinde öyle olması beklenti konusu olabilir), zaman makinesine atlayıp 60'lara gitmiş Kevin Spacey'nin sahne ya da stüdyo performanslarından derlenmiş gibi durmakta. Bir Bobby Darin taklidi duymuyoruz. Gerçi pek taklit edilecek bir ses özelliği olmadığından da kaynaklı bu durum. Düpedüz Kevin Spacey'nin sesinden şahane bir Bobby Darin cover albümü bu.


Charles Trenet’nin klasikleşmiş La Mer isimli parçasının İngilizce uyarlaması olan, filme de adını veren enfes Beyond The Sea yanında Mack The Knife, Dream Lover, Splish Splash, That's All, Artificial Flowers gibi Bobby Darin hitlerini sanki kendisine aitmişçesine rahat, tutkulu ve dönemin ruhuna bağlı biçimde yorumlayan Spacey, hiç duymadığımız, bilmediğimiz bir alanda da yıldızlaşabileceğini kanırta kanırta kanıtlıyor. Bugüne kadar yorumlayanlar arasında Johnny Cash, Joan Baez ve Robert Plant'in de bulunduğu efsane Tim Hardin bestesi If I Were A Carpenter'ı zamanında Darin coverlamışsa bu isimlerin arasına yakışan bir yorumla şimdi de Spacey coverı ekleniyor. If I Were A Carpenter, Simple Song Of Freedom, Change gibi pop caz, soul, R&B dışında folk rock bestelerini de aynı şerbetlikte dinliyor, huzur doluyoruz. Filmde Darin'in eşi Sandra Dee’nin "insanlar gördükleri şeyi duyarlar" cümlesine istinaden Simple Song Of Freedom gibi kolaylıkla hippi damgası yiyebilecek şarkısı şov dünyasının ışıltılı ellerinde dakikalarca alkışlanan bir gösteriye dönüşebiliyor. Dinleyici ya da tüketicinin kaliteli de olsa bir ürünün kendisinden önce onun sunuluş biçiminden etkilendiğinin çarpıcı bir örneği Simple Song Of Freedom. Bu yüzden Darin'in şov kimliği üzerine böylesi folk şarkıları hiç de sakil durmuyor.

Sinemanın değil tiyatronun kendisi için öncelikli olduğunu her fırsatta vurgulayan, III. Richard oyunundaki mükemmel performansıyla dünyayı gezen Kevin Spacey'nin hayatında çok önemli bir yeri olan Beyond The Sea filmi ve müzik albümü, onun sinema oyunculuğu dışındaki şov adamı kimliğini özgürce yaşadığı, dinleyene de yaşatmayı başardığı bir deneyim. "40 yıllık şarkıcı" gibi çaresiz benzetmeleri hak etmeyen, sanki adam bugüne kadar hiç şarkı söylememiş de bu albüm için mikrofonu eline almış sanılan Spacey'nin "canlı performans"ın gerektirdiği ses ve sahne hakimiyetindeki ustalığı, filme olduğu kadar albümün geneline de sinmiş. Bu kadar karpuzu koltuğuna değil de geniş geniş kamyonuna yükleyip, sonra da tekniklere bağlı doğallığıyla paylaşıp büyüleyici bir enerji elde eden kimselere biz halk arasında "sanatçı" diyoruz. Kevin Spacey'nin başka bir karakterin bünyesi içinden de olsa kendi sesiyle söylediği şarkıların büyüsü inkar edilemez. Zira sinema ve tiyatroda yarattığı karakterlerin dışında onun gerçek kimliğine en fazla yakınlaşabileceğimiz anlardan biri bu albüm.

1. Hello Young Lovers
2. Once Upon A Time
3. Fabulous Places
4. Simple Song Of Freedom
5. Mack The Knife
6. Beyond The Sea
7. By Myself / When Your Lover Has Gone
8. Some Of These Days
9. Change
10. If I Were A Carpenter
11. Artificial Flowers
12. That's All
13. Dream Lover
14. Splish Splash
15. Lazy River
16. Charade
17. As Long As I'm Singing
18. The Curtain Falls
19. The Lady Is A Tramp

21 Temmuz 2012 Cumartesi

The Cadillac Three - The Cadillac Three


Jaren Johnston (vokal, gitar), Neil Mason (davul) ve Kelby Ray (gitar, lap steel) üçlüsünden oluşan The Cadillac Three, kurulalı henüz bir sene olmuş taptaze bir blues rock, southern rock, folk rock, kısacası güzel rock icracısı. Bu tip grupların en fazla yetiştiği yerlerden olan Nashville'den gelen üç kanka, çocukluklarından beri beraber takılmanın, ergenliklerinde çeşitli konser turlarına katılmanın kazandırdığı erken tecrübe sayesinde eş dost çevresi edinmişler. Johnston'ın Keith Urban'ın bir numara olmuş single'ı You Gonna Fly'ın yazımına katkıda bulunmasıyla yavaştan kabuklarını kırmaya başlayıp işi daha da ciddiye almaya başlamışlar. Bu da kendi adlarını taşıyan ilk albümleri de fırından yeni çıkıp güney merkezli rock müziğe hayran dinleyici kitlesinin beğenisine sunulma sürecini hızlandırmış.

Tabii bu aşamaya gelene dek tanınmamış olmanın dezavantajlarını da tatmışlar. Çeşitli sıkıntılar çekmişler. Nashville'in yerlileri, hatta bildiğin Nashville köylüsü olan bu adamlar, bazı ağabeyleri gibi güney ruhunu çok iyi yansıtmaktan başka, yine bazı ağabeyleri gibi tutucu "redneck" tavır içine düşmeden gençliklerini çok olgun zeminlerde yaşıyorlar. Hard rock ve southern folk geleneklerinin kabuklarını kırıp aynı kapta çırpıyorlar. Tavaya dökünce de 11 parça krep afiyetle yenmeyi bekliyor. Radyo için servise, yollar için amplilere, çılgın Cumartesiler için headbanglere, kulaklar için rock bayramına hazır müzikleri, özellikle country, blues ve hard rock kalıpları içinde sıkışıp kalmış monoton yobazlığa isyan edercesine tutku ve enerji dolu. Ama dediğimiz gibi annelerinin hazırladığı fasülye, biftek, püre dolu tabaklarını bitirmeden masadan kalkmayan, babalarının gitarını koyduğu dizinin dibinde yatmadan önce geleneksel folk şarkılarını dinleyip huzur dolan üç kardeş gibi uyumlu ve saygılılar.


The Cadillac Three hem yıllar yılı albüm çıkarıp o konser senin, bu konser benim turlayan bir tecrübeyi, hem de bu albümü yaptığı 2012 yılının genç ve ne istediğini bilen rock kitlesinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek tazeliği aynı atmosfere yayabilen bir grup. Keith Urban, ZZ Top, The Black Crowes gitaristi Rich Robinson gibileri onlara bayılmışlar. Hatta ZZ Top onlarla beraber turneye çıkmak için çok ısrar etmiş ve başarmış. Albümde I'm Southern ve Tennessee Mojo diye adından belli iki güney ateşi yayan şarkıyla dakika bir gol iki yapan grup, Get Your Buzz On ve Back It Up'ın bluesy hücrelerine kıvrak nakaratlar serpiştirmişler. Down To The River, "I'm Southern" diye bağıran bir başka blues rock karizması. I'm Rockin' ise "I'm Rockin'" diye bağıran ve bar ahalisini gaza getirmesi kuvvetle muhtemel modern çiğliklerden.

Albümde en fazla beğendiğim şarkılardan ikisi olan Days Of Gold ve Life, grup hakkında bir sürü övgü arasında dikkatimi çeken "Yeni Güney'in Yeni Soundu" cümlesine en uygun düşen örnekler. Hele de Life'ın havası çok başka. Şahsi nostaljisini bataklık haline getirmiş bir "redneck"in, bir "hillbilly"nin, bir "hobo"nun diline düşse sıkı güney küfürleri yer büyük ihtimalle. Gerçi Amerikan muhafazakarlığıyla bilinen ZZ Top'un bile kalbini kazandılarsa oraların yabancısı olan bizlerin bu tip yorumları havada asılı kalacaktır bir müddet. Üçlünün uyumu şahane. Gitar soloları, davul atakları, ve Jaren Johnston'ın rock müziğin her santimine hakim vokali olayın fevkinde. Daha önceden övgüler sıraladığım The Ragged Jubilee vokalisti Ethan Burns'ten iyi olmasın, Johnston da onun kadar kişilikli ve kıvrak bir sese sahip. Böyle gençleri duydukça gelenekselden moderne kurulan köprüler üzerinden güvenle geçebileceğini hissediyor insan. Hem de siyah bir Cadillac içinde!

1. I'm Southern
2. Tennessee Mojo
3. Get Your Buzz On
4. Back It Up
5. Down To The River
6. Days Of Gold
7. Turn It On
8. I'm Rockin'
9. Life
10. The Sticks
11. Whiskey Soaked Redemption

17 Temmuz 2012 Salı

Hoaxx - Who Is The Queen?


Londralı Jonny Pathan ve James Tarratt ikilisinden oluşan Hoaxx, UK Garage, Funky House, Nu-Disco gibi eksantrik isimlerle hücrelere ayrılan elektronik dans müziğinin en taze örneklerinden biri. Who Is The Queen? de onların ilk albümü. Kafalar fazla karışmasın diye Daft Punk ve Basement Jaxx seven bunu da sever demek doğru olur gibi geldi bir an. Zaten bu gruplar arasındaki yüzey farklılıkları dışında içerikteki çeşitli benzerlikler sürekli aynı plastik şeyleri dinliyormuşuz duygusu yaratabiliyor. Hoaxx'ın vokalli ve enstrümantal şarkılarında da bu algı benim açımdan fazla değişmedi. Lakin bir süre bu tür karmasının ürünleriyle vakit geçirdikten sonra insan ister istemez alışmaya, kulağına düğüm atan ya da kulak çöpü işlevi gören numuneleri kafasına göre ayırt etmeye başlıyor. O tekdüzelik içindeki minimal zekaya veya basitliğin yakalayıcılığına kendi çizdiği sınırlar doğrultusunda uyanıyor. Who Is The Queen? son dönem alternatif dans albümleri arasında sivrilme sıkıntısı yaşamayacak semptomlara sahip ve dans ettirme potansiyeli yanında kendisini dinlettirme çabası içinde ki, benim ilgilndiğim nokta da o zaten.

İşte o noktada Margarita, Newrotik, Ratttt, Pharmacia şarkılarını ancak işinin ehli bir albüm bünyesinde bulabileceğimi, bunun yanında Each Other ve kötüce bir klibi bulunan Let Us Down'ın türlü yaz remixlerine müsait vokalli dans dokularına yabancılık çekmeyeceğimi hissettirdiler bana. Daft Punk ve Basement Jaxx seven bunu da sever şeklindeki yüzeysel bir yorum, onların bu isim ve itibar sahibi gruplarla tarafımdan yanyana anılmasını aslında çok da yüzeysel yapmıyor. 70 ve 80'lerden gelen "nu" tavrın elektroniğe, diskoya yansıması Hoaxx'ı bu grupların bir alt ligine yerleştirmeye yetiyor bana göre. Ufukta o üst lige çıkıp çıkmayacaklarını zaman gösterir. Önündeki maçlara nasıl baktığına bağlı. Şu an görünen gayet hevesli ve bir miktar da temkinli bir grup oluşları.

Şimdi kıpır kıpır dans şarkıları yapan bir grup nasıl "temkinli" olur biçiminde 14-15 yaşlarında bir çıkışa hiç gerek yok. Albümü oluşturan şarkıların çoğu, Pathan - Tarratt ikilisinin kimsenin duymadığı, duyup da sallamadığı Londra'nın underground pop ve rock ortamındaki bazı örneklerin bu türe uyarlanmış haliymiş. Böyle bir tercih, "o şarkıları alıp millete iyice tanıtayım, kahraman olayım" değil, "o şarkılardaki bağımsız ruhu kendi müziğime giydireyim, önce kendimi mutlu edeyim, başkaları da mutlu olursa ne ala" fikrinden hareket eden bir temkinlilik hali kanımca. Yoksa bu şarkılarla disko kahramanı olunmaz zaten.

1. Prophecy
2. Dr. No
3. Margarita
4. Each Other
5. Pharmacia
6. Let Us Down
7. Menage A Cinq
8. Newrotik
9. Each Other (Reprise)
10. Ratttt
11. Who Is The Queen?

13 Temmuz 2012 Cuma

Cinderella - Heartbreak Station


Cinderella’yı 1988 tarihli Long Cold Winter ile tanıdım. O dönem ortalığı darma duman eden Bon Jovi'nin el verdiği, (hatta bir süre sonra onlara rakip bile gösterildi), oysa yıllar sonra Bon Jovi'den çok daha güçlü, derin ve karizmatik olduklarını anladığım Cinderella, hard rock zevkime bir güneş gibi doğmuştu bu albümle. O yıllarda kışlar bir başkaydı. Uzun ve soğuk olması yanında kar beyaz güzelliklere ve efkârlara kucak açan bir dürüstlüğü vardı. Kar uzun süre yerden kalkmaz, her türlü mahalle sporuna evsahipliği yapmaktan mutluluk duyardı sanki. Müzik de ayrı bir dokunurdu bu soğuk beyaz saflığa. Long Cold Winter insanın içini ısıtan, aynı zamanda kafasını güzelleştiren bir konyaktı. Artık o eski görkemli kışlar kalmadı, çamura ve eziyete dönüştü belki ama Long Cold Winter, onu dinlediğim her kış etkisinden en ufak birşey kaybetmediğini, tam tersi zihnimde daha da kök saldığını hissettirir bana.

Long Cold Winter'dan iki yıl sonra Cinderella bu kez Heartbreak Station ile geri döndü. Kış teması yerini (bana göre) sonbahara, en zalimi de sonbaharda bir tren istasyonu hüznüne bırakmıştı. Sanki çok daha güçlenmiş ve yoğunlaşmıştı. Albümdeki 11 şarkının 11'i de birbirinden sürekli rol çalmış, grubu oluşturan dört insanın uyumunu kusursuz bir bütünlükle, aynı anda çeşniyle kayıtlara yansıtmıştı. Aslında Cinderella demek Tom Keifer demek. Şarkıların çoğunu yazan, besteleyen, düzenlemelerini yapan, yapımcılığını üstlenen, vokal ve gitarlara hayat katan bu adam, belki grubunu Bon Jovi kadar uzun soluklu yapamadı. Ama soluk aldırdığı süre içinde özellikle 80'ler rock müziğine unutulmaz şarkılar kazandırdı. Sonra da Kırıkkalp İstasyonu'ndaki trene binip gözden kayboldu.


Heartbreak Station hard rock, pop rock, blues rock, southern rock diyarlarında gezinen bir trenin penceresinden etrafı seyretmeye benziyor. Her şarkı film şeritleri gibi gözler önünden kayıp giden pencereden görülen hayatın fonuna yerleşiyor. Uğradığı istasyonlardaki ayrılanlara, kavuşanlara, beklemekten vazgeçmeyenlere veya hiçbir şey beklemeyip sadece tren nostaljisi ile avunanlara çok şey söylüyor. İnsanlar bir trende doğuyor, trende yaşıyor, trende ölüyorlar. Tom Keifer, yüreğinden gemiler kaldıranlardan habersiz, albüme adını veren harikulade balad Heartbreak Station'da kendi yüreğinden sevdiğinin bindiği son treni kaldırıyor. Aşkın verdiği ilhamdan beslenen pasajları çok sık görüyoruz şarkılarda. Rock'n roll tutkusu da sürekli bu aşktan nemalanıyor. "Yarından, yapamadığım şeylerden endişe duymama gerek yok. Rock'n roll yaptığım sürece zaten sonsuza kadar gencim" (One For Rock and Roll) gibi cümleler kuruyor şarkılarında.

Dönemin genel tavrı gereği "öldürücü bir riff bul, üstüne yat" yerine, "bir riff bul, üstüne gönlünden kopan bir şarkı koy" diye bir yol çizen Cinderella müziği, klasik tatlı sert üslubunu piyasa kurallarına yakın tuttuğu kadar, yıllar sonrasına da taptaze kalabilecek gizli tarifler içeren bir yapıdaydı. Love's Got Me Doin' Time, Dead Man's Road, Electric Love gibilerin blues'dan beslenen karizmatik rock ışıltıları Shelter Me ile biraz daha ticari bir şekle bürünebiliyor, Heartbreak Station ve Winds Of Change baladlarının acıtan melankolisi dolaylı da olsa diğer şarkılarda da hissediliyordu. One For Rock and Roll ile country müziğin hüzünle bütünleşmiş yaşama sevincine ayna tutuyorlardı. Make Your Own Way ve Love Gone Bad coşkularıyla boşlukları doldurmak için konmuş havalarını hemen dağıtan bir samimiyet taşıyorlardı. Ne var ki Heartbreak Station'dan sonra bir efsanenin daha sonuna geldik. Bunun çok önemli bir nedeni vardı.


1961 doğumlu Carl Thomas Keifer, Heartbreak Station turundan sonra ses tellerindeki kistler yüzünden sesini yitirdi. Geçirdiği operasyonlar sürerken bu defa annesini kanserden kaybetti. Tüm bu zorluklar arasında nasıl olduysa 1994 yılında hiç ilgi görmeyen Still Climbing albümü çıktı. Bir yıl sonra da Cinderella dağıldı. Tedavisi sürerken karısı Emily'den boşandı. Depresyona girdi. Bu kadar badirenin kendisini yıldırmasını istemediği için solo albüm çalışmalarına başladı. Fakat 1997'de Cinderella ile tekrar birleşme projesi sonucu solosunu askıya aldı. Durumu biraz düzeldiği için 1998'de Cinderella ile tura çıktı, bir best of ve bir de konser albümü çıkardı. Eski dostlarıyla konserler, turlar derken ara ara hortlayan hastalığı bir türlü istikrar sağlamadı.

En son Nisan 2010'da verdiği bir söyleşide solo albümünün neredeyse bittiğini, teknik rötuşlardan sonra bir şirket bulup yayınlayacağını söylemiş. Cinderella'nın tekrar biraraya gelmesine ise sıcak baksa da, hem grubunun hem de ona destek çıkacak yapımcıların böyle bir geri dönüşe hazır olmaları gerektiğini vurgulamış. Yapım aşamasındaki kişisel websitesinden son haberlerini almayı dört gözle bekleyen bizler, Cinderella kariyeri bitse de onun şarkı söyleyen bir gitarı andıran olağanüstü vokali ve yeni besteleriyle kavuşmak için Hicran Yarası İstasyonu'nda bekliyor olacağız. Gelmezse de en azından bize bıraktığı bu harikulade albümle onu gönlümüzün yataklı vagonunda ağırlarız.

1. The More Things Change
2. Love's Got Me Doin' Time
3. Shelter Me
4. Heartbreak Station
5. Sick for the Cure
6. One for Rock and Roll
7. Dead Man's Road
8. Make Your Own Way
9. Electric Love
10. Love Gone Bad
11. Winds of Change

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Work Drugs - Absolute Bearing


Benjamin Louisiana, Thomas Crystal ve Joan Wellfleet'ten oluşan Philadelphialı Work Drugs, indie pop ve dream pop arasında bir denge tutturmuş olan chillwave tarzı ılıman müziğin taze isimlerinden birisi. Hepsi 2011 içinde olmak üzere önce Nisan'da Tropic Of Cancer, daha sonra bu albüme ufak eklemelerle Haziran'da Summer Blood, Kasım'da da Aurora Lies albümlerini çıkaran grup, hadi Tropic Of Cancer'ı çıkarırsak bir yıl içinde iki albüm birden yapmanın etkisiyle hedeflediği indie camiada gayet hoş karşılandı. 2011 bitmeden Aralık ayında da bir albüm gelebilir diye beklerken uzun bir ara vererek 2012 Temmuz'unda Absolute Bearing ile tekrar göründüler. Görüldü ki Aurora Lies ile beğenileri bir kat daha arttıran Work Drugs, yeni albümleri ile başarılarını perçinliyor.

Indie müziğin dakikada bir ürettiği grup ve şarkıcılar arasından sivrilmesi gereken gruplardan biri olarak, hepten yabancılaştırmayan biçimde muğlak ve yazın hüzünlü yüzüne öpücük konduran bir dinginlikle 10 yeni şarkı çalıp söylüyor Work Drugs. Açılıştaki tempolu Perfect Storm, deniz, kum, güneş sevimliliğine sahip Pluto ve Boogie Lights, bu sevimliliğin gece ayağında tenha bir diskonun pistini dolduran Coral Gables, albümün single temsilcileri License To Drive ile Lisbon Teeth ve kapanışta yer alan, 80'ler baladlarına (hem de saksafon sololu baladlarına) günümüzden hüzünlü bir selam yollayan Tourist Heart, yılın en mütevazi hoşluklarından biri olan Absolute Bearing albümünün kayda değer kaydedilmiş anları. Ama ne dediği, ne yaptığı anlaşılmayan bir sürü indieciyi dinlemekten kulağı yorulmuş ve yaklaşık 40 dakikamı bu tip albümlere ayıramam işim gücüm var diyen bir indie pop sever en azından License To Drive, Coral Gables, Boogie Lights üçlüsüne takılsa bile yeter. Gerisi gelir bir şekilde. Gelmese de kalanı yeter.

1. Perfect Storm
2. License to Drive
3. Pluto
4. Boogie Lights
5. Absolute Bearing
6. Council Bluffs
7. Coral Gables
8. Lisbon Teeth
9. The Art of Progress
10. Tourist Heart

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Dark Shadows (OST)


Tim Burton ile aram hiç iyi değildir. Birkaç istisna dışında onunla arası iyi olanlarla da aram pek iyi sayılmaz. Beetlejuice, Edward Scissorhands, Ed Wood ve Big Fish'i severim o kadar. Sinemacılığına, içindeki çocuğu ya da ergeni fantastik dürtülerle perdeye taşıma cesaretine hürmet ederim o ayrı. Ama hürmet etmekten gayrı, bir filmine bilet parası asla vermem. Önyargıysa önyargı diyeceğim ama ben bu adamın iki şapşal Batman'ini, Mars Attacks!'ini, Plane Of The Apes'ini ve her ikisini de yarısına kadar zor dayanmak suretiyle bırakarak Sweeney Todd ile Alice In Wonderland'ını bile izlemiş bulundum ne yazık ki. Johnny Depp'i şekilden şekile sokarak adamın kariyerini de maymuna çevirdi bir yerde. Burton'ın bir sürü filminde yapamadığını Gore Verbinski'nin sadece Jack Sparrow ile yapıp Depp'in efsanesine önemli bir katkıda bulunduğu kanaatindeyim. (Gerçi onun da suyunun suyunun suyu çıktı ya neyse!)

Tim Burton'ın son numarası, Dan Curtis'in yarattığı 1966-1971 yılları arasında önemli TV dizileri arasında yer alan Dark Shadows'un sinema uyarlamasını çekmek olmuş. Artık bir Tim Burton filminde "başrolde Johnny Depp var" diyeni çok fena dövüyorlar. Filmi izlemedim, uzun süre de izlemem diye düşünüyorum. Çünkü bu adamın Depp gibi bir oyuncuya yaptıklarına dayanamayışım bir yana, filmlerinden en ufak bir zevk dahi alamayışımdan ötürü önyargılarımı kırmakta zorlanıyorum. Ama yakın zamanda tesadüf ettiğim film müziklerindeki isimleri ve seslendirdikleri klasikleri görünce ilk defa içinde Burton'ın olduğu bir şey için (ki o da müzik) kulaklarım benekli inek görmüş dalmaçyalı gibi dikildi. Bir zamanların Nights In White Satin, Bang A Gong (Get It On), You're The First, The Last, My Everything, No More Mr. Nice Guy, Season Of The Witch hitlerini bir albümde omuz omuza görmek her soundtrack severin kafasında kuracağı birşey olmayabilir. Kim düşündüyse bravo.


Asla eskimeyecek bu parçaların arasında dünyanın en güzel seslerinden birine sahip olan davudi insan Barry White'ı görmek beni ayrıca mutlu etti. Kendisini özlediğimi fark ettim. Tez zamanda şöyle kalabalık tarafından bir Barry White best of albümü arayışlarına girdim hemen. Iggy Pop'un I'm Sick Of You'sunu daha önce duymamıştım, değişiklik oldu. Ama ben olsam daha farklı bir Iggy şarkısı seçerdim muhtemelen. Daha evvel duymadıklarımdan biri de Carpenters'ın şahane şarkısı Top Of The World oldu ki, bu albümün bana kazandırdığı en eski yenilik bu enfes şarkı oldu. Demek ki Carpenter çiftinin Superstar haricinde ve Superstar klasında başka şarkıları da varmış dedim. Artık nasıl görünüyorsa filmde de kendisi olarak göründüğü söylenen Alice Cooper da filmin konseptine uyan gotik imajı neticesiyle albümde haklı biçimde yer bulmuş. Yalnız iki şarkı biraz fazla olmuş sanki. No More Mr. Nice Guy iyi seçim ama şu Ballad Of Dwight Fry tıpkı birçok Tim Burton filmi gibi iç daraltıcı geldi bana.

Son olarak albümün sonuna filmden alınıp alınmadığını bilmediğim Johnny Depp'in 17 saniyelik The Joker nakaratını seslendirişi konmuş. Ona da itirazım olacak. Keşke Depp kafalanıp da adam gibi bir The Joker coverı söyletilseymiş çok orijinal bir final olurmuş. Depp'i kafalama konusunda doktorası bulunan, Sweeny Todd'da ona bıktırana kadar şarkı söyleten Burton'ın bunu akıl edecek kadar zeki davranmadığı ortada. Tabii sinemanın dahi çocuğunun zekasıyla bizimki bir değil. Hayranlarının gönlünde kurduğu tahta benzer biçimde benim gönlümde de o kadar önyargı nesnesidir ki, içinde karizmatik ağır makyajıyla Johnny Depp, Christopher Lee ve tüm seksiliğiyle Eva Green bulunan bir filmi bile izlemek yönünde heyecanlandıramaz. Hatta şu güzelim soundtrack bile filmi izleme yönünde atağa geçirememiştir beni. Anladım ki sorun onda değil, bende. İşin tuhafı, bu sorunla mutluyum.

1. The Moody Blues - Nights in White Satin
2. Danny Elfman - Dark Shadows - Prologue
3. Iggy Pop - I'm Sick of You
4. Donovan - Season of the Witch
5. Carpenters - Top of the World
6. Barry White - You're the First, the Last, My Everything
7. T. Rex - Bang a Gong (Get it On)
8. Alice Cooper - No More Mr. Nice Guy
9. Alice Cooper - Ballad of Dwight Fry
10. Danny Elfman - The End?
11. Johnny Depp - The Joker

3 Temmuz 2012 Salı

Souad Massi - Deb


1972 Cezayir doğumlu Souad Massi, şimdiye dek dört samimi ve olgun albüm yapmış bir folk müzisyeni. Müzisyen olması hiç de sürpriz değil. Zira işçi sınıfına mensup bir ailede yetişen Massi'nin erkek kardeşleri besteci ve müzisyen, amcaları cazcı, kızkardeşi dansçı vs. olduğu için küçüklükten beri müzikle içiçe bir hayata sahip. Arap-Endülüs klasik müziği, müzik teorileri ve evrensel klasik müzik hakkında eğitim alması yanında, 17 yaşında flamenko grubu Les Trianas d’Alger ile sahnede performansta bulunmuşluğu da mevcut. Şehir planlaması ve mühendislik üzerine bir kariyer planlarken erkek kardeşinin gaza getirmesiyle müziği bir hobi olmaktan çıkarmaya başlayan Massi, önce Cezayirli hard rock grubu Atakor'a gitarist olarak katıldı ve şehri turladı. İşi ve müziği yanyana götüremeyeceğini anlayınca da müzikte karar kıldı.

Atakor'dan önce geleneksel Cezayir müziği yanında, Jacques Brel'den James Brown'a uzanan geniş bir batı etkilenimi de yaşayan, hatta Amerikan country müziğinin elit isimlerinden Emmylou Harris'e olan ilgisiyle doğu-batı sentezi tarzını hemen oturtan bu güzel insan, country, folk, flamenko, kalipso ve salsa diyarlarında gezinirken hiçbir yere ve her yere ait olduğunu hissettirdi. Ocak 1999'da Paris Femmes d'Algérie (Women Of Algeria) festivaline davet edilmesi ve orada bıraktığı parıltıyla Universal Music şirketinin gözünü kamaştırdı. Paris'e taşınan Massi, üzerinde titizlikle çalıştığı ilk uluslararası albümü Raoui'yi, o sıralar Ben Harper'ın da yapımcılığını yapan Bob Coke gözetiminde çıkardı. Bu albüm, Cezayir geleneği "chaâbi", reggae, raggamuffin (reggae'nin elektronik zeminde şekillenen bir versiyonu), bunun yanında Fransız chanson standartlarını daha batılı folk rock serbestliğiyle yoğuran geniş tabanlı müziğini çok daha geniş kitlelere tanıttı. İşte bu yüzden onunla ilgili gördüğüm ve çok etkilendiğim ilk cümle şuydu: "Cezayir'in Tracy Chapman'ı!"


2001'deki Raoui'den sonra Deb (2003), Mesk Elil (2005), Ô Houria (2010) gibi üç şahane albüm daha yapan Massi'nin daha ilk albümden itibaren oturmuş singer/songwriter kimliği günümüze kadar hiç zedelenmeden geldi yanımıza bağdaş kurdu. Benim için vasat tek bir albümü, tek bir şarkısı olmayan Souad Massi'nin bu dört albümünden hangisinin gölgesinde birşeyler yazsam diye fazla düşünmedim. O albümün adı kesinlikle Deb'dir. Onu tanıdığım ilk albüm olması bir yana, birazdan adını sayacağım şarkıların içime işlemişliği, orada bıraktıkları asla söküp atılamayacak niteliktedir. Berrak bir su gibi akan sesiyle söylediği Arapça ve Fransızca şarkılarla otobiyografik, güncel, toplumsal liriklerin tabanında acıyla yoğrulmuş bir halkın içinden çıkan çıplak hüznü takip edebilirsiniz. Duyarlılığı, tutkusu, hüznü, neşesi, herşeyi müthiştir Massi'nin.

O billur vokalinin keman nağmeleriyle adeta düet yaptığı Ya Kelbi ile açılan Deb, ud taksimiyle giriş yapan ve Ya Kelbi'nin az biraz değişikliğe uğramış devamı gibi hissettiren Ghir Enta ile mağrurluğunu pekiştiriyor. Gypsy Kings'i anımsatan tempolu flamenko (ki genelde her tempolu flamenko şarkı onları anımsatır zaten) Ech Edani ile dansa davet etmesi pek de alışık olmayan bir durum. Ama Souad'a herşey çok yakışıyor. Yemma'da bu kez o efkar dolu kemana ud da katılıyor ve "yemma nekdeb alik, lazem nekdeb alik" diye diye kafalar iyice güzelleşiyor. Tam o bitmişken eşi benzeri olmayan, varsa da olmadığını kabul etmenin işime geldiği Yawlidi çıkıyor sahneye. Çünkü kuzeyiyle güneyiyle mükemmel bir Afrika neşesi giriyor işin içine. Le Bien Et Le Mal'da vokalini bu defa sadece akustik gitar ve çello ile bir başka soyutluğun peşine salan Massi, Houria'da flamenkoya tekrar dönüş yapıyor.

Albüme adını veren ve albümün en iyilerinden olan Deb'in doğudan batıya bakan yapısı hemen kendini fark ettiriyor. Kapanıştaki Bel el Madhi'de flüt nağmeleri altına döşenmiş emprovize coşku da Massi müziğinin coğrafi sınırları kafaya takmadığı anlardan Artık kalanlara da tek tek methiyeler düzmek yerine albüm olarak Deb'in içine girilip yaşanacak bir deneyim olduğunu söylemek yetiyor. Esasen her Souad Massi albümü bir deneyimdir benim için. Lakin Deb'in hücrelerimde deneyimledikleri daha fazla olduğundan, "onun her albümü, her şarkısı iyidir, deneyimdir" dedikten sonra bu şekilde taraf tutuyor gözükmekten bile korkmam. Çünkü beni her türlü korkudan, önyargıdan, yalandan, dolandan, çirkinlikten, sahtelikten arındıran garip bir kontrol gücü vardır. İstem dışı kontrol etmesini istediğim, dizginleri onun eline vererek beni serbest bırakması için kontrol etmesini istediğim bir güçtür bu. 

1. Ya Kelbi (Oh! My Heart)
2. Ghir Enta (I Only Love You)
3. Ech Edani (I Shouldn't Have Fallen in Love With You)
4. Yemma (Mummy, I Lie to You)
5. Yawlidi (My Little Boy)
6. Le bien et le mal (Good and Evil)
7. Houria (Freedom)
8. Deb (Heart Broken)
9. Moudja (The Wave)
10. Passe le temps (As Time Goes By)
11. Thegri (I Send an S.O.S.)
12. Bel el Madhi (The Gate of the Past)

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Black Swan Lane - A Long Way From Home


Black Swan Lane, 2006'da kurulmuş bir indie rock, dream pop, shogaze projesi. Proje çünkü The Messengers grubunun iki üyesi olan Jack Sobel ve John Kolbeck'in, The Chameleons UK, The Sun and The Moon gibi gruplarla takılan Mark Burgess ile ortaklığından meydana gelmekte. 2007'de çıkardıkları debut A Long Way From Home'da bu üçlüye Burgess'in önceki gruplarından arkadaşları Yves Altana ve Achim Faerber ile Trespassers William grubundan Anna-Lynne Williams vokalleriyle destek verince olay son halini almış. Sonrasında ayrılanlar, yerine giren başkaları, eski gruplara geri dönüşler vs. derken dört albüm sahibi bir proje olarak hala hayatını sürdürmekte. İlk bakışta sanki formu dolduran herkesin girdiği bir indie grup izlenimi verse de, (adı geçen grupların bir baltaya sap olamamışlığı da düşünülürse) ilk albüm A Long Way From Home'a bakınca herkes için doğru bir buluşma noktası olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Bu dört albümlü projenin en iyi halkasının A Long Way From Home olduğunu düşünmemde, bu dört albümden şimdiye dek sadece A Long Way From Home'u dinlemiş olmamın etkisi büyüktür. Sağolsun irili ufaklı 21 şarkıyı birden aynı albümde bulunca insanda doygunluk yaratıyorlar. Fakat bu öyle şişkinlik yapan bir doygunluk değil, sofradan kalktıktan sonra o doygunluğun verdiği rahatlığı ifade eden türden. Shoegaze'in serin sularında yüzerken bir süre sonra bitmek bilmeyen albümün bünyede meditasyon etkisi yaptığı da hissedilebilir. Yine de 21 biraz fazla olmuş. Sanki aslında aralarından 11-12 şarkı seçilmek üzere ekibin o dönem çıkardığı ve kayıt ettiği tüm şarkılar masaya konmuş, sonra da bazılarını dışarıda bırakmaya kıyamayıp hepsini albüme koymuşlar. Bana verseler, başta Harmony, Another You, Fakers, She's In Love olmak üzere, ne alaka dediğim shoegaze ile ragga vokali buluşması The Bird ve Cool Motherfucker'ın yanına birkaç eklemeyle 11 şarkıya tamamlardım. Ama olsun. Bu haliyle de çeşidi bol bir reyondan alışveriş ediyormuş gibi oldum ki, çok sevdiğim bir türün kaliteli örneklerinden biriyle geçirdiğim vakit ne kadar uzasa da işkence gibi gelmiyor.

1. Tired
2. Harmony
3. Second Soul
4. What You Dream
5. Turn Around
6. Disillusioned
7. Another You
8. Can't Say Till I'm There
9. Wisch
10. Intermezzo
11. Fakers
12. The Bird
13. In the Ether
14. For Just a While
15. Ghana
16. Grace
17. Cool Motherfucker
18. Mark the Apostle
19. She's in Love
20. Nothing
21. Fin