30 Kasım 2010 Salı

Issız Ada Radyosu Arşivi (Kasım 2010)

Matorralman - Guateque Estelar
Yıl: 2009 Meksika
Tür: Surf Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Chicas Kamikaze"

Death in Vegas - The Contino Sessions
Yıl: 1999 İngiltere
Tür: Trip Hop, Psychedelic Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Aisha" (feat. Iggy Pop)

Rihanna - Loud
Yıl: 2010 ABD
Tür: Pop, R&B
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Love The Way You Lie (Part II)" (feat. Eminem)

D.E.F Orkestra - Beatles Alaturka
Yıl: 2003 Türkiye
Tür: Pop/Rock, Cover
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: "A Hard Day's Night"

Signor Wolf - Funk Exp
Yıl: 2006 İtalya
Tür: Funk
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Tony Murgida's Theme"


Parov Stelar - Shine
Yıl: 2007 Avusturya
Tür: Electronic, Trip Hop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Autum Beasts"


Duffy - Endlessly
Yıl: 2010 İngiltere
Tür: Pop Soul
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Well, Well, Well"

Cuba - Leap of Faith
Yıl: 1999 İngiltere
Tür: Trip Hop, Electronic
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Fiery Cross"

Kanye West - My Beautiful Dark Twisted Fantasy
Yıl: 2010 ABD
Tür: Hip Hop, Pop Rap
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Monster" (feat. Jay-Z, Rick Ross, Nicki Minaj & Bon Iver)

Vega - Hafif Müzik
Yıl: 2003 Türkiye
Tür: Pop/Rock, Alternative Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Serzenişte"


Alice in Videoland - A Million Thoughts and They're All About You
Yıl: 2010 İsveç
Tür: Synth Pop, Electropop
"F" Rate: 4/10
I.A.R. tavsiyesi: "Buffalo Stance"


Motörhead - The Wörld Is Yours
Yıl: 2011 İngiltere
Tür: Heavy Metal, Hard Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Bye Bye Bitch Bye Bye"


INXS - Welcome to Wherever You Are
Yıl: 1992 Avustralya
Tür: Pop/Rock
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: "Heaven Sent"


Harper - Stand Together
Yıl: 2010 ABD
Tür: Blues Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "I Never Want"

Marianne Faithfull - Broken English
Yıl: 1979 İngiltere
Tür: Rock, New Wave, Post-Punk
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: " The Ballad of Lucy Jordan"

The Bellrays - The Red, White & Black
Yıl: 2004 İngiltere
Tür: Indie Rock, Punk, Soul
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Revolution Get Down"
Jed & Lucia - Superhuman Heart
Yıl: 2010 ABD
Tür: Folk, Electronica
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Painted Stairs"

Queen - A Kind of Magic
Yıl: 1986 İngiltere
Tür: Pop/Rock, Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "One Vision"

Little Fish - Baffled and Beat
Yıl: 2010 İngiltere
Tür: Indie Rock, Alternative Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Die Young"

Gregorian - The Dark Site of the Chant
Yıl: 2010 Almanya
Tür: New Age, Cover
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Stripped"

27 Kasım 2010 Cumartesi

The BellRays - Black Lightning


Tüm albümlerini dinlediğim, çoğunu da çok beğendiğim İngiliz grup The BellRays'in yeni albümünün bu kadar çabuk ve sessiz çıkacağını düşünmemiştim. Böyle hoş sürprizler günü kurtarmakla kalmıyor, gelecek günler için de rezervasyon yapıyorlar. Günümüzü ya da gecemizi sadece tek bir albüme, olmadı iki, bilemedin üç albüme ayırdığımız olmuştur. Böyle günlerden birinde The BellRays'in o hiç beklemediğim Black Lightning'i ile, Motörhead'in The Wörld Is Yours albümünlerine randevu verdim. Sert bir gece olacaktı, oldu da. Daha Motörizer'ın dumanı üstündeyken bir de The Wörld Is Yours'un bitivermesi de ayrı bir sürprizdi. Ne var ki birkaç klâsik sıkı Motörhead gümbürtüsü haricinde 10 şarkılık The Wörld Is Yours, bir öncekinin tadını vermedi. Bunda Motörizer'ın son derece doyurucu bir albüm olmasının da payı vardır elbette. Oysa yeni albümüyle The BellRays tam formunda, hatta formunun zirvesinde diyebilirim.

Black Lightning'den önceki 6 The BellRays albümüne sidik yarışı yaptıracak değilim. Punk ve soul gibi iki benzemez türü, dişleri kamaştırmayacak biçimde buluşturup şarkı formatına dökebilmek günde beş vakit rastlanan bir durum sayılmaz. "Şarkı formatı" tamlamasından kastım, punk gibi aramın pek iyi olmadığı, bu yüzden kolayca her türlü çamuru atabileceğim bir müziğe renk katan bu tip karışımların bana 1-1.5 dakikalık güdük introlardan ziyade, daha kucaklanabilir, hatta Fransız öpücüğüyle yumulunabilir güzellikler olarak görünmesidir. Punk'ın anarşist duruşuna dair fikirlerim, her punk gruba "dede" diyemememle paraleldir. Özellikle Amerikan icadı ergen pop punk andavallığına zerre tahammülüm yok. Akıllı olanlar yersizce gitarlara abanarak poz vermek yerine, mesela reggae ile yaptıkları sentezlere benzer arayışlarla bu müziğin asi asaletinin daha farklı konumlarda da yer bulabileceğini kanıtlamışlardır. The BellRays, belki tek tek punk tarihine çizikler atmıyor olabilir. Ama özellikle Lisa Kekaula'nın harika siyah sesiyle ona soul asaleti de katmasıyla "punk soul" yakın tarihine çizikler atmayı sürdürüyor.


10 şarkıdan oluşan Kara Şimşek, Living A Lie, On Top, isim şarkısı Black Lightning, Hell On Earth besteleriyle punk hızını soul kararlılığıyla zekice dengeleyebilmiş şarkılara ev sahipliği yapmakta. Bu dengeden ürken bünyelerin içini rahatlatmak adına, The Bellrays müziğinin alternative rock, nadiren de olsa pop rock sınırlarına uzandığını da belirtmek gerek. Hatta Sun Comes Down'da gitarları bir kenara bırakıp düpedüz 70'ler blaxploitation ruhunu çağırıyorlar. O da kuzu kuzu geliyor. The Way ile 60'ları da unutmuyorlar. Grubun sert yanına nağmeli çığlıklarıyla renk ve karakter katan Lisa Kekaula, bu şarkıda tam özünü buluyor adeta. Tüm basitliğine ve benzerlerine kolay ulaşılabilirliğine rağmen Everybody Get Up gibi şarkıları sevmekten hiç vazgeçmedim. İşini bilen bir "soul sista"ya, özgür bağrış çağrış ortamı sağlayan bu rock şarkıları, bu kolaylıklarını ince ayrıntılarla zenginleştirmekten zevk alan bir gruba çok yakışıyor. Böyle bir grup için verebileceğim en sağlam örneklerden biri de The BellRays oluyor. Tabiî o da pek meşhur olmadıkları için o anda aklıma gelirse. Böyle anlarda hemen akla gelmemek de çok havalı birşey değil midir zaten?

1. Black Lightning
2. Hell On Earth
3. Sun Comes Down
4. On Top
5. Anymore
6. Power To Burn
7. Living a Lie
8. Everybody Get Up
9. Close Your Eyes
10. The Way

25 Kasım 2010 Perşembe

24pesos - Busted Broken and Blue


Londra dolaylarından bir blues rock dörtlüsü olan 24pesos'un Busted Broken and Blue albümünü dinlemeye başlıyorum. Maxwell Street adında kıvrak bir blues parça ile başlıyorlar çalmaya. Gayet modern, renkli ve akıcı bir ses veriyorlar. Never Saw The Devil ile idare eder şekilde devam ediyorlar. Üç numara Waiting At The Station başladığında yine idare eder gibi görünürken, şarkının ilk dakikasından sonra tekrar o renkli kalıba giriveriyorlar. In The Summertime da aynı ayarda takılmaya başlıyor peşinden. Hep bu civarda dolanacak gibi gelirken Live My Life (Just To Sing The Blues) çıkıyor ortaya birden. Tam o sırada albüme kısa bir ara verip, zaten hafiften hoşuma gitmiş olan 24pesos'un geçmişine (bu aralar yeni şeyler duyduğumda sıkça yaptığım üzere) bir göz atma ihtiyacı duyuyorum. Bundan önce sadece The Boogie Worm isimli bir albümleri olduğunu öğrenip daha albümü bitirmeden onun peşine düşüyorum. Pek içimi açmıyor ne var ki. Kötü bir albüm olmamakla birlikte, şayet ilk elden The Boogie Worm'u dinlemiş olsaydım muhtemelen Busted Broken and Blue karşıma çıktığında şans verme konusunda tereddüt geçirip bu güzel albümü ıskalayabilirdim.

Gitar, armonika, vokal ve daha pekçok şeyde gruba katkı sağlayan Julian Burdock, yanına aldığı üç yetenekli arkadaşıyla blues, funk ve soul karması müzikleriyle ve The Boogie Worm'dan çok daha kaliteli şarkılar seslendiriyor bu albümde. Gitar sololar, armonika çıkışları, tıkır tıkır işleyen davul, kıvamı tutturmuş bas, her şarkıya damgasını vuran hammond organ, kendine ait olan-olmayan her bölümde işlerini kazasız belâsız görüyorlar. Yine de Maxwell Street, Waiting At The Station, Live My Life (Just To Sing The Blues), In The Summertime gibi şarkıların daha çok olmasını dilerdim. Zira o kadar modernlik ve renklilik bazı şarkılarda sadece sound olarak kalıyor, o bazılar fazla maceraya girmeden standart (ve biraz da sıkıcı) şarkılara sebebiyet veriyorlar. Mesela Still In Love With My Baby'nin bayık blues baladı havasına, Brian Setzer tarzı Busted Broken And Blue'nun pek bir numarası olmayan swing karakterine, yine çok ağır takılan Day Becomes Night'ın Gary Moore bezginliğine hiç ihtiyaçları yok aslında. (Bu arada Day Becomes Night'ın sonlarına doğru Moz Gamble'ın yaptığı "organ" nakli bu bezginliğe biraz olsun karizma yükledi doğrusu).

Tüm pozitif ve negatif özellikleri bir tarafa, canlı izlenmesi şart gruplardan biri olduğunu anlamak için sevenlerine sundukları videolara göz atmak yeter. Keşke daha çok macera arayışına girseler diye düşünsem de, üçüncü albümlerinin Busted Broken and Blue'dan daha iyi olacağına dair içimde beni sık sık yanıltabilen bir his de yok değil. "Funky blues", "jam band", bazen "old school" gibi ecnebi tanımlara sıcak olanlar için, Türkçe'yi yerle bir ederek 24pesos'u tarif edebilir ve önerebiliriz.

1. Maxwell Street
2. Never Saw The Devil
3. Waiting At The Station
4. In The Summertime
5. Lowdown Sweet and Dirty
6. Live My Life (Just To Sing The Blues)
7. Mean What I Say
8. Still In Love With My Baby
9. Busted Broken and Blue
10. Day Becomes Night
11. Neckbones And Gumbo

22 Kasım 2010 Pazartesi

INXS - Original Sin


Üzerinde INXS yazan bir albümle karşılaşınca insan hayalet görmüş gibi oluyor. INXS benim için, aynı zamanda INXS hayranları için, hatta INXS hayranı olmayanlar için efsane solist Michael Hutchence'ın otel odasında ölü bulunmasının ardından bitmişti. Ama nedense grubu kuran Farriss biraderler onsuz da devam edebilecekleri gibi saçma bir fikre kapılmışlar. Hutchence'ın ölümünden bu yana biri remix olmak üzere 6 best of çıkarmış olmalarını neye yormalı diyeceğim ama adamlar daha da ileri giderek J.D. Fortune adlı bir Kanadalı'yı INXS solisti diye gruba aldılar, üstüne de 2005'te Switch albümünü çıkardılar. Zaten adamcağız da 2009'da ayrıldı gözüküyor. Demem o ki, bazı isimleri efsanelerin yitip gitmesinden sonra daha fazla kurcalamamak gerekiyor. Bence kardeşler madem "hayat devam ediyor" şeklinde haklı olarak müzik yapma arzusu duyuyorlardı, INXS olmadan önce 77-79 yılları arasında kurdukları The Farriss Brothers adına geri dönerek müzik yapma kararı alsalardı çok daha orijinal bir fikir olurdu. Bir Farriss olmasalar da Kirk Pengilly ve Garry Beers'ın buna karşı çıkacaklarını da sanmıyorum. Başka bir isimle isterse dünyaya göktaşı çarpana kadar müzik yapsınlar önemli değil. Ama Hutchence'ın üzerine bir vokal getirmenin açıklaması "hayat devam ediyor" olmamalıydı. Çünkü INXS artık devam edemezdi.

INXS ile ilk tanışmam 80'lerde radyolarda sıkça duyduğum What You Need ve Listen Like Thieves sayesindeydi. Her ikisi de dinlediğim anda çarpan, sonra bölen türden rock parçalarıydı. Bu şarkılar 1985 tarihli Listen Like Thieves albümündendi ve öncesinde dört INXS albümü daha olduğunu ilk öğrendiğimde aradan uzun zaman geçmişti. Zaten onların da INXS kariyerinde esamesi pek okunmaz. O zamanlar albüm olarak edinmede sıkıntı yaşadığımdan bu iki şarkıyla kıyısından şöyle bir geçmiştim bu adamların. Filmini hiç izlemediğim, yine de içinde yer alan isimlere takıldığımdan ötürü kasetini satın aldığım The Lost Boys Soundtrack o yıl çıkan öylesine albümlerden biriydi. Ama bu albümün içinde bana göre tüm zamanların en sıkı rock & roll şarkılarından biri saklıdır. INXS'ın hemşehrileri Jimmy Barnes ile yaptıkları Good Times!... Hutchence ve Barnes'ın inanılmaz vokal kıvraklıkları ile dolu bu düetteki kan, ter, tutku, aşk gibi soyutluklar, karşılıklı çığlıkların havada uçuştuğu müthiş bir deneyim şeklinde zuhur etmektedir. Eskiden de öyleydi, şimdi de öyle benim için. O sıralar Good Times'ı dinlemeden geçen bir günümü hakkıyla tamamlamadığımı düşünürdüm. Ona karaoke yapmayı, şarkıyı Hutchence ve Barnes gibi olmasa da kendim gibi nasıl söyleyebileceğim merakını köreltmeyi hâlâ çok istiyorum. Good Times benim için şarkıdan öte birşeydir. Hayatımın şarkılarından biri olması ise, onu sadece şarkı formatına hapsetmekle ortaya çıkan bir durumdan ibaret. Good Times'ın aynı zamanda hayatımda yediğim en güzel yemeklerden, okuduğum en güzel kitaplardan, izlediğim en güzel filmlerden biri olmaması işten bile değildir bu yüzden.


Aynı yıl piyasaya çıkan Kick albümü bir efsanedir, değilse de nedir bilemiyorum. New Sensation, Devil Inside, Need You Tonight, Never Tear Us Apart başta olmak üzere albümün tamamı hiç sıkmayan, sıkılma kelimesini akıllara bile getirmeyen bir yıldızdı. 1990'da Suicide Blonde'u müzik dünyasına hediye eden X albümü, Kick kadar olmasa da beni hayran sınıfına sokmaya yetmişti. 1992'de ortaya çıkan Welcome to Wherever You Are'da yer alan Heaven Sent ve All Around ile beni Good Times yıllarına yakın zamanlara ışınlamayı başaran bir rock & roll ustalığına sahip olduklarını görmek çok hoştu. Ardından gelen Full Moon Dirty Hearts ve Elegantly Wasted albümleri kötü olmasalar da o kadar ışıltılı değillerdi açıkçası. Ama Michael Hutchence gibi bir adamın hâlâ hayatta olmasının verdiği rahatlık, INXS'ın er geç eski günlerine döneceğini, dönmese de albümlerinde biryerlerde mutlaka rock adına olumlu işler çevireceğinin verdiği rahatlıktı. Grup arkadaşları, eski sevgilileri, hayranları, hiçkimse Hutchence'ın 13 yıl önce tam da bugün, 22 Kasım 1997'de kendisini otel odasında asacağını öngöremezdi.

16 Kasım 2010'da Original Sin adıyla çıkan bir INXS albümünün neden 22 Kasım'da çıkmadığı üzerinde durmayacağım. Ama bir best of veya INXS adıyla yeni şarkılar içeren bir albüm olmamasını dilediğim Original Sin'in, bazı eski INXS şarkılarının tribute moduyla ve dikkat çeken isimlerle yeniden yorumlanmasından mürekkep bir albüm olarak tasarlanışından kendi adıma memnunum. Tabiî "Yeni INXS Albümü" diye dinlemiyorum onu.  Lafı bile edilmeyecek, edilirse de sıkacak birkaç şarkı dışında dikkatimi çekenler oldukça fazlaydı diyebilirim. Ne de olsa işin ucunda cover bir albüm var sayılır.

Örneğin Ben Harper ve Mylene Farmer gibi hastası olduğum iki ismin, hastası olduğum Never Tear Us Apart gibi bir INXS şarkısında düet yapmalarına kayıtsız kalmak külliyen vefasızlık olurdu benim için. Kezâ, John Mayer'ın gitarıyla, Loane'in vokaliyle konuk oldukları ve bambaşka bir şarkıya dönüştürdükleri Fransızca Mistify da böylesi tributevari bir albüme çok yakışmakta. Nikka Costa'nın Kick'i, orijinaline sadık da olsa bir yeniden yorumun güzelce nasıl yeniden yorumlanabileceğini kanıtlıyor. Deborah de Corral'ın yerinde duramayan INXS şarkısı New Sensation'ı nasıl tatlı bir akustik blues formatına soktuğunu görmek de gayet keyif verici. Hele de bu albümde görmeyi hiç beklemediğim Tricky'nin normal bir INXS şarkısı olarak gördüğüm Mediate'i, ilk yarısı dinamik bir trip hop, ikinci yarısı triplenmiş bir rock olarak duymak, bu tip albümlerin tadına tat katmakta.

Original Sin, Michael Hutchence sonrası bir INXS albümü olarak değil, Michael Hutchence sonrası bir anma albümü olarak dinlenmesi gereken, muhtemelen o yönde dinlenmesi düşünülmüş bir albüm. Keşkeler yok değil. What You Need, Heaven Sent, Need You Tonight, Suicide Blonde, Communication veya Not Enough Time'ı da (bu liste uzayıp gidebilir!) bu şekilde coverlanmış olarak aramızda görmek isterdim. Yine de eldeki imkanları en iyi şekilde kullanmaya gayret etmiş, fakat herşeye rağmen en iyisini çıkaramamış bir hatıra albümü sayılır. Tüm bu dikkat çeken vokallere ve yeniden yorumlara karşın, fonda Hutchence dışındaki INXS'ın aynen yer alıyor olması, biraz da "bakın o yaşasaydı zemine nasıl da ayak uydururduk" mesajı taşıyor sanki. Aynı anda seksi popçu ve sıkı rockçı olabilmiş bir adamın ardından söyleneceklerin hakkından ancak şarkılar, ama daha önce onun tarafından seslendirilmiş şarkılar ve onların öbür tarafa gönderilen sağlam coverları gelebilir herhalde. Bir an tuhaf oldum. Justin Bieber ya da Harry Potter'dan çokça bahsedilen bir sırada Michael Hutchence'ı anmak, kendimi Michael Hutchence kadar seksi hissettirdi birden.


Michael Hutchence (22.01.1960 - 22.11.1997)

1. Drum Opera (feat. Jon Farriss)
2. Mediate (feat. Tricky)
3. Original Sin (feat. Rob Thomas & DJ Yaleidy)
4. Never Tear Us Apart (feat. Ben Harper & Mylene Farmer)
5. Beautiful Girl (feat. Pat Monahan)
6. New Sensation (feat. Deborah de Corral)
7. Just Keep Walking (feat. Dan Sultan)
8. Mystify (feat. Loane & John Mayer)
9. To Look at You (feat. Kav Temperley)
10. Kick (feat. Nikka Costa)
11. Don't Change (feat. Andrew Farriss & Kirk Pengilly)
12. The Stairs (feat. J.D. Fortune)

18 Kasım 2010 Perşembe

Sully Erna - Avalon


Kulaklığımda dönmeye başlayan albümün adı Avalon... Sahibi ise Sully Erna... Muhtemelen bir progressive veya alternative rock grubudur, zira isim öyle bir çağrışımda bulunuyor. İlk şarkının adı da Avalon. Bir rüzgâr efekti ile huzur ve gerilim arası akustik bir giriş. Derken erkek vokal, gerisinde de bir kadın vokal şarkıya başlıyorlar. Şarkıyı değil ama bu sesi ve bu girişi biryerlerden tanıyorum. Sully Erna'yı araştırdığımda ise Godsmack'e ulaşıyorum ki, grubun bir albümündeki harikulade Serenity'den olayı çözüyorum. Kafasına elma düşmüş Newton misali gülümserken aklıma bu grubun benzer harikuladelikte bir şarkısı daha olduğu aklıma geliyor. Ama onu bulmak biraz zaman alıyor. Çünkü hiç mi hiç sevmediğim Godsmack'in uzunçalarlarında o şarkıya rastlayamıyorum. Meğer o şarkı, grubun 2004 tarihli The Other Side EP'sinde yer alan Running Blind imiş. Bu iki şarkıyı sağlama aldıktan sonra Avalon'a geri dönüyorum. Benim için eziyete dönen Godsmack albümlerini dinlerken aklıma Serenity ve Running Blind'ı ilk duyduğum sıralarda kısa bir an kendi kendime düşündüğüm birşey geliyor: "Keşke şu albümlerin hepsi Serenity gibi şarkılarla dolu olsaydı!"

Bir albüm Avalon gibi bir şarkıyla açılış yapınca korkuyorum şahsen. Herşey kitabına (kitabıma) uymayabilir. Yani daha hemen birinci dakikada dinlemeye başlayanı avucunun içine alsın hesabı yapan şarkıların kurdeleyi kestiği albümlerde yaşadığım hayalkırıklıkları öbürlerine pek benzemez. Avalon da tam öylesi birşey. Sanki uyduruk bir başka Godsmack albümüne bal yapmak üzere konan güzel bir arıya benziyor. Ardından gelen yaklaşık 9 dakikalık 7 Years ile yavaştan anlıyorum ki o keşkem gerçekleşmek üzere. Sully Erna bu kez Lisa Guyer isimli bir kadınla düet yapıyor. Müzik ise akustiğin dozu artmış, elektro gitarlar, çok iyi organize olmuş yaylılar ve dinamik bir üslupla zenginleşmiş biçimde nehir olup akıyor. Üç numara Broken Road piyano ile ortama giriş yapınca bu solonun Godsmack ile (iyi ki) alakası olmadığı anlaşılıyor. Sıradan gidersek bizi ilk single Sinner's Prayer karşılıyor. Karşılamakla kalmayıp konuk ediyor, karnımızı doyurup yatacak yer veriyor. Şakının folklorik detaylarından kıllanıp araştırdığım vakit Sully Erna'nın tarikatımsı Wicca dinine mensup bir iman sahibi olduğunu öğreniyorum.


Kendisi sayesinde böyle bir inanışın var olduğuna dair genel kültür edinme fırsatı yakalamış olsam da ben işin wicca micca'sında değil, ortaya koyduğu güzel oyun ve üç puandayım hâlâ. Çünkü yan flütün, el çırpmanın, coşku dolu vokallerin devreye girdiği My Light ve rahatlıkla epik bir yapımın hareketli sahnelerinden birine theme olabilecek kalitedeki The Rise ile ardı ardına puan toplamaya devam ediyor Avalon... Lisa Guyer bu kez tek başına götürüyor The Rise'ı. Müthiş bir diken üstü hava yaratan bu şarkıdan sonra gerilen bedenleri Until Then... adlı yaylı ve piyanolu balad yatıştırıyor. The Departed yine Serenity ve Running Blind'ı aratmayan güzellikte bir beste. Albüm süresince varlığını çok ustaca hissettiren perküsyonun davulla buluşması, sonra ikisinin birden akustik zemine sağladıkları uyumun göz aldığı Eyes Of A Child ve 3:42'lik gizemli bir outro duygusu veren In Through Time ile yapılan kapanış, bu yılın en iyi albümlerinden birini daha koyuyor önümüze.

Varlığından habersiz olduğum bir dinin mensubu olarak Sully Erna'nın bu dine ne ölçüde inanıp, bu inanışlarını ne ölçüde yaşadığının veya bu dini benimsemişlerin neye, nasıl, niçin inandıklarının peşinde değilim. Peşinde olduğum tek şey müzik ve onun da peşine düşmeye değer olduğunu düşünüyorum. Ola ki kötü mü kötü albüm kapağına aldırmayın. Sully Erna haricinde 7 kişinin daha emek verdiği harika bir folk rock albümü var ortada. Yalnız bu öyle Blackmore's Night tipi sıkıcı bir folktan öte, (derinlemesine nüfuz etmediğim liriklerini dışında tutarak) müzikal anlamda epik bir kahramanlık ve aşk destanından esinlenmiş havası yaratan, aslında hep aynı halk şarkılarını yeniden keşfeden sahtelikten çok uzak dürüstlükte bir albüm.

1. Avalon
2. 7 Years
3. Broken Road
4. Sinner's Prayer
5. My Light
6. The Rise
7. Until Then...
8. The Departed
9. Eyes Of A Child
10. In Through Time

14 Kasım 2010 Pazar

Gypsy & The Cat - Gilgamesh


Gypsy & The Cat adlı Avustralyalı yeni bir grup şu sıralar sessiz sedasız kulaklara sızmakta. İkisi de 21 yaşında olan Xavier Bacash ve Lionel Towers'ın Melbourne'daki garajlarında müzik yapmaya başlamalarının üzerinden fazla zaman geçmemiş. Debut albümleri Gilgamesh'i garajda pişirmiş, ev stüdyosunda da servis edilir hale getirmişler. İlk single Time To Wander'ı duyar duymaz bende bir deja vu oluştu. Sanki bu şarkıyı evvelden biryerlerde duymuştum. Böyle olduğunda genelde o şarkı cover çıkar, olayın mistizmi falan kalmaz. Fakat şu ana dek Time To Wander'ın önceden yazılmış olduğuna dair bir bilgi yok elimde. Pop yakalayıcılığı ağır basan tertemiz bir sound, yumuşak gitarların ayrı bir nostalji havası estirdiği basit bir altyapı, içtikçe içesi gelen nakaratlar acaba bana nereden tanıdık geliyor derken, aslında daha önce dinlediğim başka şeylerin günümüze ustaca taşınmış olduğu gerçeğine uyanıyorum.

Tümüyle olmasa da, en can alıcı noktalarıyla bir Tears For Fears, bir Fleetwood Mac, bir The Bee Gees, bir Crosby, Stills, Nash & Young lezzeti alacağımı hiç tahmin etmezdim. Bu tatları 80'lerin artık dalbudak sarmış geyiklerinden bahsederek kaçırmak istemem. Ama birçok şarkıyı dinlerken türlü Mavi Ay sahneleri bile şeritler halinde gözümün önünden geçmedi dersem adamlara ayıp olur. 80'lere saplanıp kalmış bir kişilik değilim de, Gypsy & The Cat gibi o yılları bu yıllarla yanyana koyabilen, hem o yıllara, hem de bu yıllara yabancı olmadığını hissettiren çok fazla isim duyamıyorum. Duyuyorum ama hep bir arıza çıkıyor. Tatlı vokallerin cıvıl cıvıl pop nağmeleriyle soft rock flörtü, beraberinde aynı tatlılıkta bir hüznü de yaşatmalı ki, şarkıları hiç sardırmadan dinleyebilelim, hatta bir defa daha dinlemek isteyelim.


İşte Gilgamesh böyle şarkılarla dolu bir şeker kavanozu benim için. Tadı hoşuma gitmeyip de iyilik ediyormuş ayağına yatarak arkadaşıma vermek istediğim bir tane bile şeker yok aralarında. Time To Wander'ı ne kadar övdüysem, ne kadar yakın gördüysem The Piper's Song,'u, Jona Vark'ı, Gilgamesh'i, Breakaway'i de o kadar yakın gördüm. Olay sadece Time To Wander'dan ibaret değil. Şu albüm 1987'de çıksaydı olacakları düşünemiyorum. Şu albüm 2010'da çıktı ya, müziğin zamansız bir kavram oluşu üzerinden felsefî satırlar da tıpkı Mavi Ay şeritleri gibi gözümün önünden geçiveriyor. Parallel Universe mesela... Nasıl bir şarkıdır ki hem 80'lerin tozunu üzerinden silmemiş, hem de minicik elektro notalarla sözlerinde de dile getirdiği gibi uzayda (boşlukta) süzülüp duran bir atmosfer yaratmış. A Perfect 2 mesela... Akustik detaylarını yaylılarla zenginleştirmiş, son 50 saniyesindeki yaylıların tutku dozunu arttırarak üç dakikalık bir sempati ortaya çıkarmış. Şu şarkılardan kafana göre birini al, 70'leri 80'lere bağlayan yıllara ait bir "mutlu son" filmin end credits fonuna koy, yazılarla beraber akıp gitsin.

Aralarda her an Stevie Nicks o maskülen dişi sesiyle çıkıp birşeyler söyleyecekmiş, Gibb biraderler o yağmur misali yağan vokal armonileriyle nakaratlara eşlik edecekmiş gibi hissediyorum. Sight Of A Tear'ın girişinden sonra sanki Kim Carnes o tatlı baladı Betty Davis' Eyes'ı söylemeye başlayacak. İki tane gencecik adamdan böyle bir albüm çıkması harika. 80'lerden kalma bazı pop modeller bile o kadar debelendikleri halde böyle bir albüm yapamıyorlar. Tamam, kimileri zamanında böylelerini yaptı belki ama milenyum sonrası hâlâ aynı tribüne oynamanın bir beklentisi ve sonucu olmalı. Dinleyicideki bu beklenti de Gilgamesh ayarında bir albümle ödüllendirilmeli bana göre.

1. Time To Wander
2. The Piper's Song
3. Jona Vark
4. Gilgamesh
5. Sight Of A Tear
6. Human Desire
7. Parallel Universe
8. Breakaway
9. Watching Me, Watching You
10. Running Romeo
11. A Perfect 2

11 Kasım 2010 Perşembe

The Chain Gang Of 1974 - White Guts


The Chain Gang oOf 1974, Kamtin Mohager adlı Denver'lı şarkıcı/multi-enstrümantalist bir adamdan oluşan bir grup (ismi). Künyesinde psychedelic/punk/experimental gibi temkinli yaklaştığım etiketlere rağmen "80'ler ruhunu "yeni pop"a dönüştüren adam" tanımlaması dikkatimi çekti. İyiki de çekmiş, zira debut albümü White Guts'a dinler dinlemez kanım ısındı. Tears For Fears ve Talk Talk'ı çok sevdiğini her fırsatta dile getirdiği kadar, Primal Scream ve LCD Soundsystem'ı da seviyor olması onu daha da ilginç kılıyor. White Guts, bu sevgi karmaşasının aslında bir karmaşa olmadığını, bu müziğin ruhunun ufak değişikliklerle korunabilip "yeni pop" olarak pekâlâ dinleyenlere aktarılabileceğini kanıtlayan albümlerden biri. Yeni bir şeyler denemek isteyen 80'ler sempatizanı bir müzisyen benim nazarımda her zaman dinlenmeyi hak ediyordur.

Her ne kadar psychedelic/punk/experimental tipi zor tanımlar kullanılsa da The Chain Gang Of 1974 müziği bildiğin synth pop, electropop, ve new wave karması bir güzellik. Mohager'ın yer yer deneysel ve psychedelic pop şarkıları tasarladığı, kulak tırmalayan synth gitar numaralarını çok sevdiği çok bariz. Hiç de 8 dakikalık olduğunu hissettiremeyen Hold On diye uzun bir pop şarkısı içinde bu kategorizasyonların izlerini bulmanız mümkün. Özünde çok bilinçli bir 80'ler syth pop müziğini kanatları altına almış, yeniliklere açık, dinlerken içimde çiçekler açtıran bir müzik bu. DANCEKISSLOVEMOVE'un synth punk duruşu tam bir gürültü meditasyonu oldu benim için. STOP! şarkısındaki elektronik altyapı çalışmaları, insanın içine işleyen yoğun baslar ve disko dinamizmi taşıyan vokalller zaten daha girişte ümit saçıyordu. Devil Is A Lady işin içine rock müziği de karıştırıyor ki, daha başlangıçta başrollerden birinin de çok sevdiğiniz bir oyuncu olduğunu görüp ekrana yapıştığınız bir film olduğu izlenimi güçleniyor. Funk Giants 70'ler, Matter Of Time ise 80'ler diskolarına biraz da deneysel atışlar yapıyorlar.

F'n Head'den ne zaman bıkarım bilemiyorum. Ama bıkmak da istemiyorum. Böyle durumlarda White Guts'ı 2-3 gün arayla dinlemem gerekiyor. Don't Walk Away gibi 80 albümlerinin klişe slow kapanışı bile yapmış Kamtin Mohager. (Hani bir an Howard Jones çıkacak "what is love" diye bağıracak sanmadım değil) O slowlar genelde 6 dakika olmazdı gerçi ama dediğim gibi adam kısa uzun farketmeden bir çırpıda biten şarkılar yapmayı çok iyi beceriyor bana göre. Bir ara synth pop'ta durgunluk olduğu düşüncesi oluşmuştu bende. Ama Devil Is A Lady'yi, F'n Head'i, Hold On'u duyunca o durgunluğun fırtına öncesi sessizlik olduğunu düşünmek istiyorum. The Chain Gang Of 1974 eskiye bağlı yepyeni bir heyecan gerçekten. White Guts 2010'un en iyi albümlerinden biri bu kesin. Ama bu saydığım üç şarkıdan hangisini 2010'un en iyi şarkılarından biri olarak seçeceğimi şu an hiç bilmiyorum.

1. STOP!
2. Devil Is A Lady
3. F’n Head
4. Hold On
5. DANCEKISSLOVEMOVE
6. Visually Appealing
7. Matter Of Time
8. Make My Body
9. Funk Giants
10. Don't Walk Away

9 Kasım 2010 Salı

Kathleen Edwards - Back To Me


1979 Ottawa doğumlu Kathleen Margaret Edwards, üç albümlü bir singer/songwriter. Müzik düşkünü bir ailede yetişmenin doğal getirisi olarak küçük yaşta keman çalmayı öğrenmiş, ailesi ile birlikte Amerika'ya taşındıktan sonra da klâsik müzikten sıyrılıp daha pop, daha rock zevkler edinmiş. Liseyi bitirdikten sonra tekrar Ottawa'ya dönmüş ki, genelde müzisyenlerde bu durum tersine işlerdi. Kendi memleketinde barlarda, kulüplerde çalıp söyleyerek 1999'da Building 55 adlı ilk EP'sini çıkarma fırsatı yakalamış. Bu fırsatı da iyi değerlendirip dikkat çekmiş. Ama bu dikkat çekme, kendisinin sokak çalgıcılığı ve konser açılışlarında grubuyla birlikte boy göstermeden ibaret olan yerel ününe fazla birşey de katmamış açıkçası. Ne zaman ki 2002 yılında country ve folk çevrelerince övgüye boğulan ilk solo albümü Failer'ı çıkarmış, işte o zaman Kathleen Edwards adı birçok müziksever için "Bryan Adams'tan sonra Kanada'dan kimi tanıyorsunuz" sorusuna verilebilecek birkaç yanıttan biri olmuş.

Tabiî ardından çaldığı kulüplerin ebadı genişlemiş, devasa sahnelere, stadyumlara dönüşmüş. Gerçi stadyum olayını tek başına doldurduğunu pek sanmıyorum. İşin o kısmı Bob Dylan ve The Rolling Stones'un Kanada ayağındaki konserlerinin ısınma turlarını attıran isimlerden biri olmasından kaynaklanıyor. Ama bu bile pekçok müzisyenin hayallerini süsleyen bir olay değil de nedir? 2005'te Back To Me, 2008'de de Asking For Flowers ile devam eden yolculuğunda Edwards'ı yalnız bırakmayan gitaristi ve aynı zamanda grubunun lideri Colin Cripps'in yapımcılığıyla hâlâ aktif. Yalnız Kanada'nın havasından mı suyundan mıdır, pop rock branşından çıkan isimlerin tadı Amerikan çağdaşlarını daha fazla andırıyor. Bunun bir sorun teşkil ettiği durumların fazlalığına rağmen, Kathleen Edwards'ta bu çağdaşlara nazaran biraz daha fazla sıcaklık hissettim diyebilrim.


Gelelim bu üç albümden neden Back To Me'yi seçtiğime. Albüm kapağının güzelliğinden daha farklı kıstaslarım oluyor böyle durumlarda. Kaldı ki Failer'ın kapağı da çok güzeldir. Kritiklerde genelde Edwards'ın en iyi albümü de Failer olarak geçiyor. Fakat Failer'ın kalitesi nedense bana ya fazla, ya da eksik geldi. Asking For Flowers ise özellikle şarkıların zayıflığıyla "yeni Kathleen Edwards albümü" olmaktan uzak göründü sanki. Ama Back To Me benim için her iki albümün ortasında yakalanmış çok hoş bir denge. Failer'ın içine kapanık country folk dalgalarını daha içine girilebilir rock unsurlarıyla zenginleştirmiş bir denge bu. Mainstream detaylar göze batıyorsa da acıtmıyor. In State'i koy radyoya, içine hafif bir burukluk da katarak çalsın dursun. Back To Me ortalığı daha da alevlendirsin. Independent Thief bir Tom Petty ağırlığı ve hissiyatı koyup farkını farkettirsin. Away akustik diyarlarda gri gökyüzü hüznü yaratsın. Good Things o hüznü güneş ışığına taşısın.

Amerikan kadın rock hareketinden fazlaca etkilenmenin dezavantajlarını taşıyan birkaç şarkı dışında albüm geneli insanı duvardan duvara çarpmayan, ama o duvarları da insanın üzerine üzerine getirerek bunaltmayan bir hassasiyet taşıyor. Lirikleri çoğu zaman buram buram şarkı yazarlığı kokuyor. Sesi bir Beth Hart kadar olağanüstü değilse de olağanın tüm güzelliğini taşıyor. En azından Beth Hart gibi o olağanüstü sesi kötü şarkılarla heba etmiyor bu albümde. Kathleen Edwards yapacağı her albümü dinleyeceğim ve ne kadar kötü olursa olsun bundan hiç de pişman olmayacağım bir kadın. Bu duyguyu bana hiç de özel bir çaba sarfetmeden vermiş olması belki de en çekici yanlarından biri.

1. In State
2. Back to Me
3. Pink Emerson Radio
4. Independent Thief
5. Old Times Sake
6. Summerlong
7. What Are You Waiting For?
8. Away
9. Somewhere Else
10. Copied Keys
11. Good Things

5 Kasım 2010 Cuma

I Am Sam (OST)


Aslında başka bir albümden bahsetmek üzereydim. Soundtrack albümler arasında dolaşırken nedense gözüm I Am Sam albümüne takıldı. Sonra da kulağım takıldı. En iyi film müzikleri arasında aklıma ilk gelenlerden değildir, hatta belki de aklıma bile gelmez. Ama bence şimdiye dek yapılmış en iyi cover albümlerden biridir I Am Sam... Filmi görmeden evvel albümü dinlemiştim ve bazı durumlarda yaşadığımın aksine, benim için anlamını filmden sonra değil, filmden önce çoktan bulmuştu. Filmin kendisi de albümün üzerine tuz biber olmuştu. Bunlar öyle albümler ki, uzun süre önce izlediğiniz bir filmi tam da o anda yeniden izleme isteği uyandırırlar. Zekâ seviyesi 7 yaşındaki bir çocuğa eş olan The Beatles hayranı sevimli Sam'in 7 yaşındaki kızı Lucy'yi kaybetmeme mücadelesini ve Sean Penn'in olağanüstü oyununu henüz görmemiş olanlar varsa hiçbirşey için geç sayılmaz. Aynı geç kalmamışlık bu albüm için de geçerli. Çünkü asla eskimeyecek bir grubun 20 güzel şarkısının 20 kez coverlanmış hâli de kolay kolay eskimeyecek yorumlardan oluşmakta.

The Beatles hayranı olup olmamak da o kadar önemli değil. Ben değilim mesela. Hayran olmamak, The Beatles gibi bir efsaneye sırtını dönmek anlamı taşımıyor. Zaten sırtımızı dönsek dahi onların şarkıları bizi mutlaka biryerlerde yakalamıştır. Yine de belli bir süre sonra iyi özümsenmiş bir The Beatles coverı, orijinalinden daha ilginç geliyor kulağa. Onu defalarca dinlemiş olmaktan ötürü zaten tanıyorsunuz, biliyorsunuz. Fakat bu yeni şeydeki farklı enstrümanlar, ses renkleri, sürprizler kayıtsız kalınamayacak kadar çekici olabiliyor. Siz de hemen kayıt yaptırıyorsunuz. Üstelik The Beatles da olsa (tekrar ediyorum, The Beatles da olsa) bazı yeniden yorumların orijinalinden çok daha keyif verdiğine bile tanık olabiliyorsunuz. Henüz kaplaması yapılmayan bir The Beatles şarkısı kaldı mı bilemiyorum. Ama yapılanlar arasında bile "en iyi The Beatles coverları" kulvarı bulunmakta. I Am Sam albümü ise bu kulvarın en nadide örneklerinden birisi.
 
 
Eddie Vedder, Ben Harper, Rufus Wainwright, Nick Cave, The Black Crowes, Heather Nova, Aimee Mann gibi ağır isimlerin konuk olduğu, bir süre sonra ev sahibine dönüştükleri harika şarkılardan derlenen albüm, bu kadar ağırlığa rağmen gayet mütavazi, insanın içini ısıtan akustik folk rock performanslarıyla dolup taşıyor. Saydığım isimlerin seslendirdiği The Beatles şarkıları albüme kanat takıp göklere uçurtma niyetine yolluyor. Onlar hiç inmeyecekmişçesine havada süzülürken bir süre sonra Blackbird ile Sarah McLachlan, I'm Only Sleeping ile The Vines, Don't Let Me Down ile Stereophonics de onlara katılıyor. Ortaya çok güzel bir görüntü çıkıyor. Arada olmasa da olurmuş dedirten, ama varlığı rahatsız etmeyen bir iki şarkı yok değil. Onlar da en azından McCartney'yi üzmeyecek, Harrison ve Lennon'ı mezarında ters döndürmeyecek, Ringo Starr'ı ise zaten hiç ırgalamayacak türden yeniden yorumlar. Albümün tamamını hesaba katarsak, herhalde hepsi çok severlerdi/sevmişlerdir. Ben bir "beatle" olsam çok severdim. Sadece alacağım astronomik telif ücreti yüzünden değil, gerçekten çok içten bir hava yakalandığı ve albüm sonuna kadar korunduğu için.

Yesterday, A Hard Day's Night, Love Me Do, Hey Jude, I Want to Hold Your Hand, Come Together, Helter Skelter, She Said She Said gibi daha bir kamyon dolusu The Beatles şekerinin albümde yer almaması normal. Onlar da daha önceden defalarca coverlanmış şarkılar. Köşebaşında birgün çarpışırsınız muhakkak. The Beatles coverlarından oluşan bir soundtrack denince akıllara 2007 tarihli Across The Universe filminin müzikleri de geliyor. Ama I Am Sam'den aldığım tadın bir gramını bile almadığım bir yavanlık vardı orada nedense. Aynı albümde ancak kendi yapacağım bir mixtape içinde görebileceğim müzisyenlerden önemli bir kısmının burada toplanmış olmalarının da etkisi olabilir tabiî. Ama cover konusunda objektif olabilecek kadar becerikliyimdir zaman zaman. The Beatles coverlarından oluşan, fakat bir soundtrack olmayan albüm denince de aklıma ilk elden D.E.F. Orkestra geliyor. Dağhan Baydur, Erdal Kızılçay ve Fuat Güner'den oluşan grup, 2003'te çıkan ilk ve tek albümleri Beatles Alaturka'da 10 adet The Beatles şarkısını adeta Kumkapı'ya meze yapmış, ağzımızı tatlandırmışlardı. Buradan "The Beatles'ın her yola gelebilen evrensel müziği" anafikri çıkabilir. Aldanmayın! Aslında The Beatles'ı ve geri kalan herşeyi yola getiren şey, onu istediği yola sokmayı becerebilen cover ruhunu özümsemiş müzisyenlerdir bence.

1. Aimee Mann & Michael Penn - Two of Us
2. Sarah McLachlan - Blackbird
3. Rufus Wainwright - Across the Universe
4. The Wallflowers - I'm Looking Through You
5. Eddie Vedder - You've Got to Hide Your Love Away
6. Ben Harper - Strawberry Fields Forever
7. Sheryl Crow - Mother Nature's Son
8. Ben Folds - Golden Slumbers
9. The Vines - I'm Only Sleeping
10. Stereophonics - Don't Let Me Down
11. The Black Crowes - Lucy in the Sky with Diamonds
12. Chocolate Genius - Julia
13. Heather Nova - We Can Work It Out
14. Howie Day - Help!
15. Paul Westerberg - Nowhere Man
16. Grandaddy - Revolution
17. Nick Cave - Let It Be
18. Aimee Mann - Lucy in the Sky with Diamonds
19. Liam Finn - Two Of Us
20. Nick Cave - Here Comes The Sun

2 Kasım 2010 Salı

Signor Wolf - Funkonnection


Signor Wolf, İtalyan Marco Severini'nin kendisine bu ismi lâyık gördüğü bir funk projesi. Uzun zaman önce yine internet mixtape'lerinden birinde rastladığım Severini, bu projeyle blues, ska, rock, acid jazz şekillerini (hiç de çaktırmadan) funk normlarına afiyetle yediren bir isim. Bir sürü enstrüman çalması yanında, yer yer vokallerini de duyuyoruz. Uçuk kaçık gitarlar, yılan gibi kıvrılan bir bas, enerjisi hiç bitmeyen bir davul, siyah nefeslerin üflediği kıpır kıpır nefesliler, attığı soloların hakkını veren organ her funk severin kesinlikle atlaması gereken kalitede. Enstümantal parçalarla arası iyi olmayanlar genelde vokalsiz funk müziğine sadece dans ettiren basitlikte yaklaşırlar. Oysa bence herşeyi bir kenara bırakıp kulak kesilinmesi gereken türlerin başında gelen bu müzik, insan eli, nefesi değdiği belli enstrümanların anı yaşayan performanslarını, doğaçlamanın açtığı kapıların ardındaki zenginliği tüm samimiyeti ile sunan güzelliktedir.

Signor Wolf'u duyduktan sonra müzikal olarak onu diğer benzerlerinden ayıran bir özelliği olmadığını hissetmeme rağmen, varsa bir albümlerini dinlemeyi çok istemiştim. Neyse ki bir tane vardı. 2006 yapımı Funk Exp adlı bu nefis albüm, blaxploitation filmlerin, sadece onların değil 70'li yılların aksiyon filmlerinin ruhunun günümüze nasıl taşınabildiğinin dersini veriyordu. Uzun sayılabilecek bir aranın ardından 2010'da bu kez Funkonnection ile bıraktığı yerden devam ediyor Severini.. Biliyorum, çok klâsik ifadeler oldu bunlar. Ne deseydik? Adam yapmış! Üstelik bir de İtalyan. Gerçi onlar da 70'li yıllardan hatırladığımız bazı filmleriyle bu ruha fazla uzak sayılmazlar. O sıralarda sadece fotoroman çekmiyorlardı. İtalyan olması onun siyahlara mâl olmuş bu müziğin hakkından gelemeyeceği anlamına gelmiyor. Hem de öyle bir geliyor ki, hani şu günümüz nimetlerinden olan temiz prodüksyon hamleleri olmasa rahatlıkla alıp bir Pam Grier filmine soundtrack yapabilirsiniz.

Marco Severini'nin enstrüman hakimiyeti, şarkı yazarlığı kadar dikkat çeken bir başka unsur da müthiş aranjörlüğü. Sanki her alet, kendi sırasının ne zaman geleceğini düşünmeden, ama akıl dolu bir sırayla bölümleri paylaşmışlar. Sırası gelen kendi bölümü için en iyisini yapmaya çalışır biçimde şarkının omurgasına zerre zarar vermeden işini yapıyor. Biri çekilince yerini ya hemen diğeri alıyor ya da o omurga üzerinde biraz beraber takıldıktan sonra tekrar solo klaslarını konuşturuyorlar. Bad Queen Gang, Carter's Dope, Funkonnection, Downtown Pusher, Caesar's Palace Funk gibi gözü kapalı önereceğim örnekler yanında, Lips & Laps ve Mambo Jail gibi eski ve yeniyi çok iyi kaynaştırmış, elektronik altyapı ile gidişata koltuk çıkmış bir tavra sahip şarkılar da mevcut. Bu sırf funk takılmaktan çekinen tutum, Ready To Rumble ile daha yaylı soundtrack temalarına, Porno Gun Theme ile de lounge pop mecralarına meylediyor. Nereye meylederse etsin, funk kökeninden sapmadan yapıyor. Ve bende şu funk mixtape'lerine yeniden dönüp başka başka isimleri keşfetme arzusu uyandırıyor.

1. Funk Investigation
2. Territorial Fight
3. Bad Queen Gang
4. Downtown Pusher
5. Caesar's Palace Funk
6. Carter's Dope
7. Porno Gun Theme
8. Lips & Laps
9. Funkonnection
10. You Spin Me Round
11. Mr Stray Bullet
12. Mambo Jail
13. Ready To Rumble
14. Last Minute