30 Eylül 2009 Çarşamba

Issız Ada Radyosu Arşivi (Eylül 2009)

Erik Hassle - Hassle
Yıl: 2009 İsveç
Tür: Pop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Don't Bring Flowers After I'm Dead"

Paradise Lost - One Second
Yıl: 1997 İngiltere
Tür: Gothic Metal
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Sane"
 
Timo Räisänen - ... And There Was Timo
Yıl: 2008 İsveç
Tür: Indie Pop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "You Shook Me All Night Long"
Olivia Ruiz - Miss Météores
Yıl: 2009 Fransa
Tür: Chanson
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Mon petit à petit" (with Noisettes)
Eisley - Combinations
Yıl: 2007 ABD
Tür: Pop Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Invasion"
 
Kenneth Ishak - Silver Lightning From a Black Sky
Yıl: 2007 Norveç
Tür: Pop Rock
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Don't Touch My Brother"
Petracovich - Crepusculo
Yıl: 2009 ABD
Tür: Singer/Songwriter, Indie Folk
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "The Boy Who Was Caught"
Burhan Öcal & Jamaaladeen Tacuma - Groove Alla Turca
Yıl: 1999 Türkiye/ABD
Tür: World, Jazz
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Groove Alla Turca"
 
Alice in Videoland - She's a Machine!
Yıl: 2008 İsveç
Tür: Synth Pop, Electropop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "She's a Machine"
 
Trevor Hall - Trevor Hall
Yıl: 2009 ABD
Tür: Pop Rock, Raggea Rock
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: "Volume"
Led Zeppelin - In Through the Out Door
Yıl: 1979 İngiltere
Tür: Hard Rock, Progressive Rock
"F" Rate: 10/10
I.A.R. tavsiyesi: "Carouselambra"
 
Goldie - Saturnzreturn
Yıl: 1998 İngiltere
Tür: Drum & Bass
 "F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Temper Temper" (feat. Noel Gallagher)
 
Maria Sadowska - Spis treści
Yıl: 2009 Polonya
Tür: Pop, Pop Jazz
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Droga"
Nitin Sawhney - London Undersound
Yıl: 2008 İngiltere
Tür: Electronica, Trip Hop
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Bring It Home" (feat. Imogen Heap)
 
Baustelle - La Malavita
Yıl: 2005 İtalya
Tür: Indie Pop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "I Provinciali"
Newton Faulkner - Rebuilt By Humans
Yıl: 2009 İngiltere
Tür: Pop Rock, Singer/Songwriter
"F" Rate: 4/10
I.A.R. tavsiyesi: "Badman"
 
 
 
 
 
 
 
Lights - The Listening
Yıl: 2009 Kanada
Tür: Pop, Synth Pop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Second Go"
 
Badmarsh & Shri - Dancing Drums
Yıl: 1999 İngiltere
Tür: Electronic
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Sitar Ritual"
 
Ingrid Michaelson - Everybody
Yıl: 2009 ABD
Tür: Indie Pop, Singer/Songwriter
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Mountain & the Sea"
Mute Math - Armistice
Yıl: 2009 ABD
Tür: Alternative Rock, Art Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "The Nerve"

29 Eylül 2009 Salı

If These Trees Could Talk - Above The Earth, Below The Sky


Üç gitarlı, bir davul ve bir baslı olmak üzere beş kişilik enstrumantal rock grubu If These Trees Could Talk, Amerika’nın Ohio’sunda yeşermiş, Post-Rock adı verilen masalsı türün en beğenilen isimlerinden birisi olmuş şu sıralar. İsimlerinin güzelliği bir yana, yaptıkları bestelerin epik havasıyla sanki ağaçların diline tercüman olmuşlar, onların söylediklerini hammaddesel duygular taşıyan enstrümanlar aracılığıyla kayda dökmüşler. Enstrümantal olmaları, şarkıları birer virtüöz egosu haline getirmemiş, tam tersi beş kişilik ortak bir paydanın rock ana başlığı altında yer yer ambient hissiyatı, progressive coşkusu, psychedelic tutkusu sağlamasına da sebep olmuş. Ara vermeden baştan sona dinlendiğinde, sıra sıra dizilmiş şarkılardan ziyade, konsept bir albüm duygusu ile dolmanız mümkün. Hatta bu duyguyla dolmuşsanız bana göre If These Trees Could Talk’ı anlamışsınız demektir. Kendi adlarını taşıyan 2006 tarihli ilk albümlerinden sonra bu yılın Mart ayında Above The Earth, Below The Sky ile döndüler. Hem de ne dönüş!

Post-Rock’ın engin yelpazesinde kendilerine yer bulmaları, bu çok katmanlı ve çok boyutlu müzikle hiç de zor olmasa gerek. Öyle yoğun bir müzikal kişiliğe sahipler ki, grubun ismi If These Oceans Could Talk olsaydı, dinlerken bu kez okyanusları zihnimizde kişileştirecek, onların bu küresel belirsizlik ortamındaki varlıklarıyla derin düşüncelere dalacak, pek sık başımıza gelmediği üzere kendimizi dünyanın sadece insanlardan ibaret olmadığı gerçeğine daha bir uyanmış vaziyette bulabilecektik. Ama bunu ağaçlar da yapabilir. Hem de nasıl! Öyle ya, toprağın üzerinde, gökyüzünün altında yıllar boyu öylece durarak anlatacakları çok şey olmalı. Konuşamazlar belki, ama What's In The Ground Belongs To You ile, The Sun Is In The North ile, The Flames Of Herostratus ile, Below The Sky ile tek kelime bile konuşmadan o kadar çok şey anlatıyorlar ki, bir de dile gelseler kimbilir neler söylerlerdi insanoğluna!

1. From Roots to Needles
2. What's in the Ground Belongs to You
3. Terra Incognita
4. Above the Earth
5. Below the Sky
6. The Sun Is in the North
7. Thirty-Six Silos
8. The Flames of Herostratus
9. Rebuilding the Temple of Artemis
10. Deus Ex Machina

26 Eylül 2009 Cumartesi

Schuyler Fisk - The Good Stuff


Schuyler Elizabeth Fisk, Brian De Palma’nın 1976 tarihli kült filmi Carrie’den hatırlayacağınız oyuncu Sissy Spacek ile yapım tasarımcısı (production designer) Jack Fisk’in kızı. Spacek ve Fisk bir başka kült film olan Terrence Malick’in Badlands’inin setinde tanışıyorlar. Aşklarının meyvesi ise 1982 yılında Schuyler oluyor. Kendisi orta karar film ve dizilerde oynamış bir oyuncu olması yanında, annesinden öğrendiği gitar ile bir singer/songwriter olma yolunda ilerliyor. Biraz da ana-baba torpiliyle Universal Records ile sözleşme bile imzalıyor. Torpil olayını uydurmuş olabilirim ama ilk albümünü yapan bir müzisyen için büyük bir şirketle anlaşma yapmak sık rastlanan bir olay değil. Birkaç film müziği ve iki EP sonrası ilk albümünü çıkarması ise 2009’u buluyor. The Good Stuff adındaki albüm radyolarda her an duyabileceğiniz, yine de burun kıvıramayacağınız pop (soft) rock şarkılarıyla şans arıyor. Pek derinlik sahibi olduğu söylenemez. Ama öte yandan yüzeysel demek de haksızlık olur.

Bu arada kalmışlık The Good Stuff’tan zevk almayı engellemez. Fisk’in sesi, şu an adını hatırlayamadığım, fakat Sheryl Crow güzergâhında seyreden pop/rock/folk/country seslerinden aşağı kalmayacak kadar güzel. Radyo anayolunda ilerleyip sözü edilen güzergâhtan sapmayan şarkılarla dersine çalıştığı da anlaşılıyor. Hatta şu albüm, vokali biraz değişmiş vaziyette komple yeni Sheryl Crow albümü olarak çıksa kimse tuhaf karşılamazdı bence. Ve yine hatta, Sunshine, Miss You, Who Am I To You, Mr. Johnson vs. (ki bunlar albüm favorilerimdir) şarkılarını, benim gibi bütün Sheryl Crow albümlerini dinlemiş (Tuesday Night Music Club’ı tek geçmiş!) birini bile “işte Crow’un yeni albümünden birkaç parça” şeklinde kolayca uyutabilirsiniz. Tabi elektriği budanmış bir biçimde çalıp söylediği şarkılar arasında hareketli olanlarda, yavaş olanlara göre daha bir beceri olduğunu gözlemledim ve duyumladım denebilir. Bazı sözler zaten romantik Hollywood filmlerine replik olarak konsa sırıtmayacak hoşlukta, bazen de boşlukta ne yazık ki. Toparlarsak, Schuyler Fisk ile aramda bir sorun yok. Kendinizi o saat farkına ayarlayabilirseniz mainstream kanatları altında güzelce çalıp söylüyor işte kız. Bir nevi kendi “Feelgood Movie”sini yazmış.

1. The Good Stuff
2. From Where I Am Standing
3. Mr. Johnson
4. You're Happening To Me
5. Fall Apart Today
6. Hello
7. Afterglow
8. Sunshine
9. Cold Heart
10. Miss You
11. You're Only Lonely
12. Other Side of Love
13. Who Am I To You
14. The Last Day of Our Lives

24 Eylül 2009 Perşembe

Slow Club - Yeah So?


Blondfire ile açılan, Eva & The Heartmaker ile saçılan bir kadın ve bir erkekten kurulu ikililer üzerine uğramak istediğim bir durak (aslında daha uğranacak çok durak var) ve söylemek istediğim birkaç şey daha var. Ben bu ikilileri çok seviyorum! Tecrübe ettiklerim arasında neredeyse % 90’ını beğenmişimdir. Durduk yere böyle sallama bir yüzde ile konuya yaklaşma girişimim, uzun müddet düşündükten sonra dinlediklerim arasında sevmediğim isim bulamamış olmamdandır. Varsa da onların aklıma hiç gelmemesindendir. Onlarda farklı gelen bir şeyler var sanki. Öncelikle o şarkıların bir kadın ve bir erkek tarafından yazıldığı / çalındığı / söylendiği vs. artık neyse aklınızın bir köşesinde duruyor. O söylenenlerin gerçek hayatta yaşanmış olma ihtimalleri daha yüksek geliyor bana. Bunun sebebini açıklayamam. Denemem bile. Sadece açıklanmaması gereken bir his.

Öte yandan karı-koca, sevgili, arkadaş, kardeş ne olurlarsa olsunlar, çalıp söylediklerini iletme yöntemlerindeki unisex hassaslığı bu ikililerde duymak başkalarına göre daha fazla mümkün. Ike & Tina, Sonny & Cher, Eurythmics ve şu an aklıma gelmeyen daha pek çok isimle tanışmamdan beri inandığım bir şey var: Bu şarkıları birbirlerine veya sevdikleri diğer insanlara (hatta ağaçlara, kuşlara!) söylerken takındıkları sempatiklik, onları olduklarından daha küçük, mütevazi ve tahrik edercesine nostaljik kılıyor. “Ateş ile Barut”un yarattığı bu kimya, konumları ne olursa olsun bu iki insandan yayılan elektriğin dinleyiciyi de sarıp türlü meraklara salması anlamına da gelebiliyor. Şarkıları nasıl yazıyorlar, çalıp söylerken kafalarında birbirlerini ne kadar o atmosfere dahil ediyorlar, göz göze geldiklerinde neler düşünüyorlar, cinsel çekim hangi düzeyde?

Elbette The White Stripes ile Roxette’i aynı kefeye koymaya çalışmıyorum. Ama beğendiklerimizi ne kadar didikliyorsak, beğenmediklerimiz hakkında da benzer elektrikleri almıyoruz anlamı çıkmasın. Kimi zaman reddetsek de, dürüstçe müziklerine karşı ilgi duymamış olsak da o beğenmediklerimizde bile az da olsa seksapele dikkat ediyoruz bu yüzden. Çünkü gerek müzikal, gerekse fiziksel uyum kadar, uyumsuzluk dahi seksi çağrışımlar yaratabiliyor. Ez cümle, karmaşık bir durum. Vokal ve gitarda Charles Watson, vokal, gitar ve perküsyonda Rebecca Taylor’ın oluşturduğu İngiliz grup Slow Club da aynı titreşimleri yayan sevimli bir ikili. İlk albümleri Yeah So? ile indie pop ve folk türünün iddiasız ama dinlenesi örneklerini sunmaktalar. Yumuşak sesleriyle beraber söyledikleri ve birbirlerine geri vokal yaptıkları anlarda ilk başta en önemli özelliklerinin bu olduğunu düşündürüyorlar. Doğru sayılmakla birlikte birtakım country ritimlerinin, aklıda kalıcı nakaratlar kullanmamalarının ve Rebecca’nın enstruman niyetine çatal, kaşık, şişe, sandalye parçaları kullanıyor olmasının kendilerine ilginçlik kattığını söylemek gerek.

When I Go ile kuş tüyü bir giriş yaptıktan sonra ardından gelen Giving Up On Love, bir nevi albümün özeti kabul edilebilir. Yani akustik parçalarla o akustiğe tempo kazandırmış daha hareketli şarkılar arasında gidip gelen tarzları, olgun liriklerle bütünlük sağlatıp albüme orantılı biçimde serpiştirilmiş. Özellikle akustik yoğunluğa sahip parçaları, dinleyeni hemen içine alır türden olmayan kişisellikte. Albümü açan ilk iki şarkıyla birlikte Because We're Dead, Our Most Brilliant Friends ve Rebecca’nın sesini biraz daha çıplak duymaya izin veren Sorry About The Doom bana göre albümün kıymetini arttıran örnekler. Indie de olsa folk da olsa, pek popüler kabul edilmeyen bu türler bünyesinde, pek de popüler sayılmayacak bestelere aracılık etmeleri sebebiyle kendi yağlarında kavrulmayı seven alternatif isimlerden olma yolundalar. Bunun bilinçli bir tercih olduğu belli. Zira albümü baştan aşağı Giving Up On Love gibi popüler olma potansiyeli yüksek şarkılarla doldurabilir, daha meşhur ve zengin olabilirlerdi bir ihtimal.

1. When I Go
2. Giving Up On Love
3. I Was Unconscious, It Was A Dream
4. It Doesn't Have To Be Beautiful
5. There Is No Good Way To Say I'm Leaving You
6. Trophy Room
7. Because We're Dead
8. Dance 'Till The Morning Light
9. Sorry About The Doom
10. Come On Youth
11. Apples and Pairs
12. Our Most Brilliant Friends

19 Eylül 2009 Cumartesi

Eva & The Heartmaker - Let's Keep This Up Forever


2005 yazında Oslo / Norveç’te bir stüdyoda tanışan vokalist Eva Weel Scram ve gitarist / prodüktör Thomas Stenersen, artık birbirlerine nasıl ısındılarsa bir sene içinde Eva & The Heartmaker’ı kurup üstüne de debutları Behind Golden Frames’i çıkarıyorlar. Bu albümde yer alan Stupid Heart, 2007 yılı yapımı Norveç filmi Mars & Venus’te kullanılıyor. Bir diğer single olan I Am The Sun, ülkesindeki Hit 40 listesinin gediklisi oluyor. Daha çok İskandinav ülkelerinde adını duyurmasının, albümlerine radyoların büyük ilgi göstermesinin, hatta bir defasında “Haftanın Albümü” bile seçilmesinin ardından beklentiler artıyor. Böylece grup 2009 Mayıs’ında ikinci albümleri Let's Keep This Up Forever’ı günyüzüne çıkarıyor.

Etkilendikleri isimler arasında The Cardigans, The Reconteurs, Arcade Fire, Radiohead ve The Beatles (özellikle de Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band albümü) gibi yabana atılmayacak örnekler olması, Eva & The Heartmaker müziğinin olağanüstü iddialı bir pozisyonda olması anlamına gelmiyor. Neticede “etkilendikleri” derken, bu sayılanların Eva ve Thomas’a müzik yapma aşamalarında ilham veren isimler olarak telaffuz edildikleri gibi, her müzisyen dinlemekten hoşlandığı grup ve şarkıcıların müziğini yapacak diye bir kural da yok. Ama mesela The Cardigans sevenler ziyadesiyle memnun kalacaklardır. Sempatik İskandinav pop rock zeminine sahip bir grup olarak, açılış şarkısı Let's Hit The Road Jack ile bu kulvarın sağlam örnekleri arasında yer almaları gerektiği fikrine kapılabiliyorsunuz. Kapıldığınız bu fikrin A Potion Of Lust, Made Of Honour, Possible Escape/Possible Mistake gibi çok güçlü destekçileri de mevcut albümde. Bunun yanında ikilinin The Beatles etkilenimlerinin günümüz standartlarında karşılığını bulduğu hit potansiyeli olan Superhero, Please!, leziz bir indie pop olan The Spell ile, leziz bir blues olan Life Stil Goes On, albümün diğer kendini dinletmesini bilen besteleri. Geriye de fazla bir şey kalımıyor zaten. Güzel yazılıp icrâ edilmiş şarkılar kadar, olayın mutfağının da kalitesi anlaşılıyor.

Bu noktada da Thomas’ın becerileri ortaya çıkıyor. Artık tipik bir durum olan etkileyici İskandinav vokalinin dayanılmaz hafifliğini albümün her anına serpiştirmiş Eva kadar, hiç sesini duymadığımız Thomas’ın özen gösterildiği belli teknik hamleleri birleşince sıkı bir duonun keyfini çıkarmak şart oluyor. İlk albüm Behind Golden Frames’i bilemem ama Let's Keep This Up Forever her şeyi doğru yapan, (“doğru nedir” sorusunu şarkıları anlık yaşamayı seven dinleyiciler pas geçebilir) alternatifleri olduğu halde, hatta kendisi de onlara bir alternatif olduğu halde, sahip olduğu yeteneklerin hakkını veren bir grubun aklından çıkma bir pop kalitesi. Çorabına kadar ünlü olanlar bile tonlarca para döktükleri halde bu kadar iyisini yapamıyorlar şu günlerde!

1. Let's Hit The Road Jack
2. Charming Sexy
3. Superhero
4. A Potion Of Lust
5. Please!
6. Mississippi
7. Life Still Goes On
8. Made Of Honour
9. The Spell
10. Possible Escape/Possible Mistake

14 Eylül 2009 Pazartesi

Watchmen (OST)


Soundtrack albümler, hizmet ettikleri filmlerin tür olarak duruşlarına müzikal yönden destek olma misyonuna sahiptir. Ya da genel inanış böyledir. Çeşitli grup ve şarkıcıların özellikle film için besteledikleri yanında, geçmişe damgasını vurmuş klâsik şarkıların da bazı soundtrack albümlere konduğunu gördük. Tabiî bu eskiler, genellikle dönem filmlerinin atmosferine fon oluşturmak için ait oldukları dönemlerin klâsikleri arasından seçilmiş eserler oluyor. 2000’li yıllarda çıkmış bir soundtrack içinde 50’lerin, 60’ların, 70’lerin şarkılarına da sıkça rastlıyoruz ki bu zamansızlık, filmlere olduğu kadar, karma müzik albümlere de renk katıyor. Özellikle tarihi sorumluluğu olan dönem filmlerinde usta klâsik müzik yorumcularının tema müzikleri yer alıyor. Uzunlı kısalı bu müzikler, arka plâna kondukları sahnelerin ruh hallerinden alınmış isimlerle ve notalarla kronolojik sıraya diziliyor. Elbette filmi gördükten sonra dinlenmesi çok daha etkili oluyor ve ilgili sahneleri kafalarda yeniden canlandırabiliyor. Ama mesela 2006 Sofia Coppola filmi Marie Antoinette gibi 17. yüzyıl atmosferinde cereyan eden filmlerde The Cure, Aphex Twin, Air, The Strokes, Siouxsie & The Banshees isimlerinin yer aldığı bir soundtrack orijinalliğine fazla rastlanmıyor.

Bazı filmlerin çift soundtrack albüme sahip olması, o filmlerin sinematik varoluşları bir yana, müziğe ne kadar önem verdiklerinin de işareti. Biri usta isimlerin tema müziklerinden, diğeri ise çeşitli müzisyenlerin filmin ruhuna uygun parçalarından oluşan derlemelerden ibaret iki ayrı film müziği projelerini beğeniyorum. Bazısı oldukça zorlama isimlerin bir araya getirilmesinden veya sıkıcı şarkıların toplanmasından oluşsa da, en başta fikir olarak saygı duyuyorum. Sadece klâsik, sadece “Various Artists” veya her ikisi birden çıkarılan soundtrack albümler, filmleri farklı dekorlara taşıyabiliyorlar. Süper kahraman filmlerinin ve fantastik aksiyonların film müziği derlemeleri de farklı şekillerde karşımıza çıkıyor. Bu filmlerin özellikle VA şeklinde çıkan müzik albümlerinde genelde sert rock / metal şarkılarına veya dur durak bilmeyen tekno / breakbeat ritimlerine tanık oluyoruz. Bir çoğu, isimlerini bir şekilde insanlara duyurmak için şarkılarını görücüye çıkaran grup / şarkıcıların vasat işlerinin toplandığı deneme tahtasından öteye gidemiyor. Judgment Night (1993) ve Spawn (1997) benzeri heyecan verici ortaklıkların gerçekleştiği yaratıcı projeleri mumla aratıyorlar. Sırf soundtrack için kurulmuş karma gruplar bile var. (Bkz. Backbeat)

Heyecanla beklenen ve izlendikten sonra kitleleri bölen çizgi roman uyarlaması Watchmen’in film müziklerinin, filmin ciddiyeti de düşünüldüğünde yine tecrübeli bir bestecinin ellerine teslim etmesi bekleniyordu. Bu isim, bir önceki Zack Snyder filmi 300’ün de müziklerini yapmış olan Tyler Bates oldu yine. Tema müzikleri görsellikle birleşince çok daha anlamlı oluyor hâliyle. Bates’in bu konudaki tecrübesi su götürmez. Ama ben daha çok işin VA kısmı ile ilgili olduğumdan, Watchmen Soundtrack albümünün son yıllarda duyduğum en şık, en karizmatik, en beklenmedik, en, en derlemelerden biri olduğunu düşünüyorum. Aslında benim böyle düşünmem onu “en”lerden biri yapmıyor. Adeta müzik tarihinde kısa bir yolculuk yaptıran şarkı listesine göz atmış herhangi bir müzmin müzik yolcusunun da benimle aynı fikirde olacağını düşünmem belki de bu albümü o “en”lerden biri yapmaya yeter.


Filmin efsanevi jeneriğine fon oluşturan 3 dakikalık efsanevi The Times They Are A-Changin', bir kavga sahnesinde kullanılacağını 40 yıl düşünsem aklıma getiremeyeceğim Unforgettable, yağmurlu bir cenaze törenine kusursuz arka plân oluşturan The Sound Of Silence, değil herhangi bir sevişme sahnesini, basit bir öpücük anını bile anlamlara boğabilecek Hallelujah, All Along The Watchtower, You're My Thrill, I'm Your Boogie Man… Hepsi birer başyapıt olan bu şarkıların varlığı kadar, kullanıldıkları sahnelerin görselliğinin sözlerle olan şiirsel uyumu da hayranlık verici. Filmin görsel işçiliği, teknik donanımı kadar bu şarkıların kullanımının da son derece titiz bir çalışmanın sonucu olduğu anlaşılıyor. Öte yandan insan inanamıyor. Bu şarkılar yıllardır var ve milyonlarca kez orijinalleriyle, yeniden yorumlarıyla çeşitli yerlerde kullanıldılar. Fakat her dinleyişte nasıl o gücü hâlâ koruyabiliyorlar?

Bazı şarkıları ekranda veya beyaz perdede duyduğumuzda daha farklı bir gözle bakar hale geliyoruz. Oysa böyle klâsikler, kendi filmlerini aklımızın tam ortasında çekiveriyorlar. Filmin dönemsel dokusuna gösterilen özeni, seçilen şarkılar ve onların yerleştirildiği bölümlerde de görmek, “film müziği” amacının gerçekte ne olması gerektiğini de düşündürüyor. Her ne kadar My Chemical Romance, The Smashing Pumpkins, Muse şarkılarının bu enfes konsept içinde ne aradıklarını anlayamasam da (bu anlayamama durumunun her üç isimden de hoşlanmamamla ilgisi hem var, hem yok!) Watchmen derlemesinin gelecek kuşak soundtrack albümlere de örnek olmasını umarım. Böylece sadece elit seçkiler olarak kalmaz, film içine yerleştiriliş titizlikleri ile de iz bırakırlar.

1. My Chemical Romance - Desolation Row
2. Nat King Cole - Unforgettable
3. Bob Dylan - The Times They Are A-Changin'
4. Simon and Garfunkel - The Sound of Silence
5. Janis Joplin - Me & Bobby McGee
6. KC and The Sunshine Band - I'm Your Boogie Man
7. Billie Holiday - You're My Thrill
8. The Philip Glass Ensemble - Pruit Igoe & Prophecies
9. Leonard Cohen - Hallelujah
10. Jimi Hendrix - All Along The Watchtower
11. Budapest Symphony Orchestra - Ride of the Valkyries
12. Nina Simone - Pirate Jenny
13. The Smashing Pumpkins - The Beginning Is The End Is The Beginning
14. Muse - Take A Bow

13 Eylül 2009 Pazar

Esser - Braveface


2006 tarihli tek bir albümleri bulunan Ladyfuzz isimli İngiliz pop üçlüsünün davulcusu Ben Esser, Mayıs ayında çıkardığı ilk solosu Braveface ile çok ilginç, ilginç olduğu kadar da güzel işler yapıyor. Bu müziğe halk arasında pop diyoruz. Ama Esser, yine bu yıl içinde kulağıma çalınan Dan Black, Erik Hassle, biraz daha tecrübeli olmakla birlikte David Kitt gibi genç erkek popçular örneği olarak mainstream veya kaba tabirle arabesk pop müziğe uzak durup, daha özgür takılmak suretiyle kendine has, hatta kimi zaman orijinal bestelere meyletmiş bir müzisyen. Lâkin orijinallik dendiğinde bazen 5-6 dakikalık deneysel pop külçeleri anlamı da çıkabiliyor. Halbuki Esser’deki orijinallik, kısmen o deneyselliği kapsasa da, genel olarak adamı havada kapan akıcı, neşeli ve basit örneklerden ibaret.

I Love You, Headlock ve Satisfied, bugüne kadar albümden çıkan singlelar. Özellikle ışıl ışıl parlayan I Love You havada kaptığı adama bir de havada parende attırır. Leaving Town, This Time Around, Real Life üçlüsü dururken ben olsam Headlock ve Satisfied’ı cepheye sürmek için seçmezdim sanırım. Bir de Bones var ki bana feci halde bazı Beck şarkılarını anımsattı. Hatta I Love You’dan sonra albümün en iyisi diyebilirim onun için. Ayrıca Work It Out ve kapanıştaki Stop Dancing de tuhaf derecede güzel elektronik rock’n pop Esser ürünleri. Böyle bir cümle kurunca aklıma yine Beck’in ilk zamanları geldi. Şâyet böyle devam ederse gelecekte çok daha güzel parçalar duyacağızdır kendisinden. Essex’li olmasının verdiği aksan olayının cazibesine hiç girmiyorum. Bizim gibi İngilizce telaffuzlarına düşkün dinleyiciler için Essex-Vessex fark etmiyor ne de olsa.

1. Leaving Town
2. Braveface
3. Headlock
4. Bones
5. Satisfied
6. Work It Out
7. I Love You
8. This Time Around
9. Real Life
10. Stop Dancing

7 Eylül 2009 Pazartesi

The Sacred Sailors - Tune In Turn On


The Sacred Sailors, ilişkileri eskiye dayalı, müzik zevkleri ortak her iki arkadaşın geyiğini yapıp hayal edebilecekleri üzere temelleri 2001’e dayanan bir indie rock grubu. Ancak İsveç / Göteborglu Emanuel Olander ve Christopher God, bu hayallerini gerçekleştirme yolunda çok kararlı davranıyorlar. Mahallede beraber takıldıkları iki arkadaşlarını da yanlarına alan ikili, artık dörtlü olarak müsait buldukları bodrumlarda provalara başlıyorlar. Yeraltından çıkardıkları sesler sonrası işin ciddi bir hal alacağını fark ederek ekibi sağlamlaştırmak adına bir arkadaşlarını daha gruba dahil ediyorlar ve The Sacred Sailors son halini alıyor. 2004 yılında We Gave It All To You, 2006’da Golden Dawn, 2008’de de Turn In Turn On isimli uzunçalarları yeryüzüne çıkıyor.

İlk ikisini henüz dinleyemedim. Ama son albümleri Turn In Turn On, genel olarak tempolu, melodik ve baştan savma olmadığı her halinden anlaşılan 12 şarkıdan oluşuyor. Hatta sık sık mainstream alternatif rock’a yaklaşan sesler çıkarıyorlar. Bu tür İskandinav gruplarda az da olsa Avrupa tozu yutmuş bir farklılık göze çarpar. Ama grubumuz sapına ve köküne kadar Amerikan veya İngiliz gruplarını anımsatan İskandinav gruplar sınıfına dahil. Müzikal uyumları, alet edevat hakimiyetleri ve Emanuel Olander’in bu müziğe cuk oturan bağrış çağrışlarıyla hiç sıkmıyorlar. Punk sınırına dayanmış hızlarını ve sertliklerini kontrol etmeyi, o sınırı geçip aşırı süratin yavanlığını hissettirmemeyi çok iyi beceriyorlar. Arada bir kısacık gitar sololardan hoşlanıyorlar. I Can't Stand It, It's Only Words, Gotta Get Thru ve bluesy havasıyla Broken Bones albümün sevdiğim anları oldu. Diğerleri hakkında da olumsuz fikirler beslemiyorum. İnsana beklentileri fazla abartmadan rock müziğin kollarında iyi vakit geçirme zevki yaşatıyorlar. İyi bir albüm dinlediğinizi hissettiriyorlar.

1. I Can't Stand It
2. The Best That I Can
3. Trouble Too Long
4. It's Only Words
5. Here We Go Again
6. Peaceful and The Caring
7. I Got A Fever
8. Broken Bones
9. Gotta Get Thru
10. Run With Me
11. Thank You
12. Nighttime

4 Eylül 2009 Cuma

The Maccabees - Wall Of Arms


Okul arkadaşı olan vokalist Orlando Weeks ve davulcu Robert Dylan Thomas’ın 2003 civarında Londra’da kurduğu The Maccabees, Orlando’nun yatak odasında şarkılar yazmaya başlıyor. Ardından gitarist Hugo White ile tanışıyorlar. Hugo arkadaşlarına “benim birader Felix de iyi gitar çalar, sesi de güzeldir, geri vokal yapar” diyerek kardeşini de getiriyor. Rupert Jarvis adındaki elemana da bası veriyorlar ve böylelikle İngiliz malı Voltron, müzik yapmaya hazır hale geliyor. Orlando’nun sanat okumak üzere Brighton’a gitmesi, ünlü olma hayallerini bir süre askıya almalarını sağlasa da, çocuk okula sadece bir sene dayanabiliyor ve “benim sanatım The Maccabees’dir arkadaş” deyip tas tarak ne varsa toplayıp dönüyor. Bu aşkla harekete geçen grup önce 2005 Kasım’ında ilk single X-Ray’i çıkarıyor. Bir müddet sonra kendilerini Arctic Monkeys’in turunda açılış grubu olarak buluyorlar. 2006’da ikinci single Latchmere, bir yıl sonra da ilk albümleri Colour It In çıkıyor. Bu arada 2008 yılında kuruculardan kabiliyetli davulcu Robert niyeyse yerini Sam Doyle’a bırakıyor.

Colour It In
, tüm iyi niyetine ve gruptan ayrılan davulcu Robert’in acayip performansına rağmen tekdüzelikten kurtulamayan vasat ötesi bir albüm bana göre. Yukarıda sözü edilen single’ların da ömür boyu single kalmaktan kurtulamayacak kadar zayıf besteler olduğunu düşünüyorum. Normalde böyle bir albüm sonrası yapımcı olsam ve bu gençler “bize albüm yap” diye gelseler yüzlerine bile bakmazdım. Lakin iki yıl aradan sonra çıkan Wall Of Arms hiç de öyle demiyor. Dikkat sündürücü kapağı olmasa bu albümü de dinlemeye niyetim yoktu. Sanki araya 3-4 albüm daha sığdırılmış gibi bir olgunluk, bir hassaslık, bir güzellik gelmiş çocuklara. İki albüm arasında geçen o iki yılda artık ne olduysa grup artık gerçekten “şarkı” yazmaya ve onu “enstruman şovu yapacam” şeklinde şımarmadan yorumlamaya karar vermiş kanımca. Orlando’nun sesi ayrı bir güzel çıkıyor. Halef davulcu Sam Doyle bile selefini aratmıyor.

Demek ki neymiş? Peşin hüküm, delikanlı indieseverleri bozabilirmiş. Aynı ses ve enstruman tellerinden çıkan iki farklı albümü birbirinden ayıran en mühim unsur, o albümleri oluşturan şarkı kıvamıymış. İkinci şansın gücüne inanmak gerekiyormuş. Orlando Weeks iyi ki okumamış. Wall Of Arms, barındırdığı 11 şarkıyla bunları söylüyor. Daha ilk şarkısı ile The Maccabees, bu yılın en güzel aşk şarkılarından birini sunar! Love You Better! Tekrar üstüne tekrar yaptığı nakaratının sevinç / hüzün kaplı dokusu, “catchy” tâbir edilen pop duyarlılığını uzunca bir süre zihinlere kazıyor adeta. “Love You Better” ne güzel bir sözdür! Tek başına bile çok şey anlatıp, başka liriğe gerek bırakmaz. Böyle bir söze de ancak böyle bir beste yakışır. No Kind Words’ün karizması geçtiği yere iz bırakır, Dinosaurs’un ışıltısı bu albüme olan inancı iyice körükler, One Hand Holding’in yaşama sevinci paylaşılmayı bekler, Bag Of Bones’un rüyâmsı atmosferi güzel bir kapanış yapar. Belki albümün tamamı bir başyapıt sayılmaz. Fakat içinde yer alan o özel anlar, içinde bulunduğunuz kimi anlara damgasını vurmaya güçlü bir şekilde adaylıklarını koyarlar.

1. Love You Better
2. One Hand Holding
3. Can You Give It
4. Young Lions
5. Wall of Arms
6. No Kind Words
7. Dinosaurs
8. Kiss and Resolve
9. William Powers
10. Seventeen Hands
11. Bag of Bones

2 Eylül 2009 Çarşamba

Zee Avi - Zee Avi


Malezya’da Sarawak’a bağlı küçük bir kasaba olan Miri’de dünyaya gelen Zee Avi, hoşgörülü bir ailede yetişmenin avantajıyla, tutkunu olduğu müzikle ilgilenme şansını iyi kullanmış genç bir müzisyen. Müzik tutkusunun kanına girmesine gerek yokmuş, çünkü zaten kanındaymış. Zamanında dedesi gruplarda bas, akordeon, keman ve gitar çalarmış mesela. Zee 12 yaşındayken Kuala Lumpur’a taşınmışlar. 17 yaşında kendisini bir odaya kilitleyip saatlerce gitar çalışırmış. Ama moda tasarımı okumak için gittiği Londra’da (burjuva klişesi bir cümle gibi geldi birden!) tam dört sene o gitardan uzak kalmış. Kuala Lumpur’a döndüğünde tekrar gitarını kapıp şarkılar yazmaya, hatta bir grupla beraber sahneye çıkmaya başlamış.

Zee şu an 23 yaşında. Geçmişiyle ilgili bu kadar şey söyledikten sonra 32 yaşında demek gerekirdi belki. Akustik hassasiyetlerini folk, country, swing türleri ile ifade etme ihtiyacı duymuş. Akranlarından veya kendisinden biraz büyük kadın seslerden çok da farklı olmayan, fakat yine de çok güzel bir sese sahip. Lâkin ses dışında genele bakarak o “farklı olmama” durumunun Zee için bir handikap olduğu anlaşılıyor. Çünkü besteler, vasat dinletilerde veya kitap mağazalarının fonunda defalarca duyduğumuz türden tınılardan ibaret çoğu zaman. Bana göre albümün en dokunaklı anlarını oluşturan ve peşpeşe gelen The Story ile Let Me In gibi kasvetlerini keyifle dinleten iki şarkı dışında pek iz bırakan bir yanı yok. Zaten bu iki şarkının hazırladığı ruh halini genele yayamamak, Zee ve albümü adına talihsizlik. Hele şu klişe swing numaraları, el çırpmalar, parmak şıklatmalar falan biraz eğreti durmuş sanki.

Bu demek değil ki, henüz 23’ünde böyle bir sesle bundan sonraki albümleri de böyle tatminsizlik yaratacak. Gerekli imkânı ve ortamı mevcut. Ama bence ikinci albümden önce şöyle kapanıp bol bol albüm dinlemesi gerek. Çünkü bazı şeyleri ilk kendisinin yaptığını sanarcasına bu müziği yeniden keşfetmeye yönelik gereksizlikler peşinde yürüyen, az da olsa bir yetersizlik sezdim kendisinde. Bu sadece Zee'nin sorunu değil elbette. Zee Avi'yi bahane ederek onun gibi sanan onlarca singer/songwriter adayı gencin de kulakları etraflarına açık olmalı. Kimileri yaratıcılıklarını öldürmesin diye şarkı yazım veya kayıt sürecinde hiçbirşey dinlemek istemez. Oysa bence esas bu mahrum etme durumu yaratıcı düşüncenin yara almasına sebep olur çoğu zaman. Başkalarını dinledikçe kendi kayıtlarında daha fazla kendisi olabilir bir müzisyen. Dinlediklerinden kopya çekeceğini düşünecek kadar kendine güvenmiyorsa çantasını alıp gitsin o vakit. Ama dinledikleri arasından etkilendiklerini kendi süzgecinden geçirmesini biliyorsa kulaklar ona ardına kadar açıktır.

1. Bitter Heart
2. Poppy
3. Honey Bee
4. Just You And Me
5. Is This The End
6. Monte
7. Kantoi
8. I Am Me Once More
9. First Of The Gang To Die
10. Darlin' It Ain't Easy
11. The Story
12. Let Me In