30 Kasım 2011 Çarşamba

Issız Ada Radyosu Arşivi (Kasım 2011)

Rammstein - Made in Germany 1995 - 2011
Yıl: 2011 Almanya
Tür: Industrial Metal, Industrial Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Du Hast"






Randa and The Soul Kingdom - What You Need
Yıl: 2011 Avustralya
Tür: Soul, Funk
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Watch It"





Melissa Etheridge - Brave and Crazy
Yıl: 1989 ABD
Tür: Pop/Rock, Singer/Songwriter
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Brave and Crazy"





ShamRain - Isolation
Yıl: 2011 Finlandiya
Tür: Alternative Rock, Post-Punk
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "A Room With No View"






Nick & Norah's Infinite Playlist OST
Yıl: 2008 ABD
Tür: Indie Pop, Indie Rock, Power Pop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: We Are Scientists - "After Hours"






Coldplay - A Rush of Blood to the Head
Yıl: 2002 İngiltere
Tür: Pop/Rock, Alternative Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Clocks"




The Tweeds - Goliath
Yıl: 2011 ABD
Tür: Shoegaze, Indie Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Weakend Guest"






Bombay Bicycle Club - I Had the Blues But I Shook Them Loose
Yıl: 2009 İngiltere
Tür: Indie Rock, Post-Punk
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Evening / Morning"





Theodore Shapiro - Fun With Dick and Jane
Yıl: 2006 ABD
Tür: Film Score
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Office Chaos"





Depeche Mode - The Singles 81->85
Yıl: 1985 İngiltere
Tür: Synth Pop, Electronic
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "People Are People"






Beta Hector - Sunbeam Insulin
Yıl: 2011 İngiltere
Tür: Psychedelic, Soul, Funk
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Invasion"






Insomnium - Across the Dark
Yıl: 2009 Finlandiya
Tür: Melodic Death Metal
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: "Lay of the Autumn"







Lovers Electric - Impossible Dreams
Yıl: 2011 İngiltere
Tür: Pop/Rock, Synth Pop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "One In A Million"






Kate Havnevik - Melankton
Yıl: 2006 Norveç
Tür: Electronic, Downtempo
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Travel in Time"






re:lounge - Celebrating The Hits Of George Michael & Wham
Yıl: 2011 ABD
Tür: Downtempo, Lounge, Chillout
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Wake Me Up Before You Go Go (L'esperanza Remix)"



Saint Jude - Diary of a Soul Fiend
Yıl: 2011 İngiltere
Tür: Blues Rock, Southern Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Little Queen"






The La's - The La's
Yıl: 1990 İngiltere
Tür: Indie Pop, Jangle Pop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "There She Goes"






Manic Street Preachers - National Treasures - The Complete Singles
Yıl: 2011 İngiltere
Tür: Alternative Rock, Britpop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Your Love Alone Is Not Enough"




Uh Huh Her - Common Reaction
Yıl: 2008 ABD
Tür: Electropop, Synth Pop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Say So"






Stone Temple Pilots - Core
Yıl: 1992 ABD
Tür: Grunge, Hard Rock, Alternative Rock
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: "Creep"

27 Kasım 2011 Pazar

Bombay Bicycle Club - A Different Kind Of Fix


2005'te The Canals adıyla henüz 15'li yaşlarında Channel 4'un yetenek yarışması Road To V'yi kazanan ve bazı festivallerde çalma fırsatı yakalayan İngiliz indie rock dörtlüsü Bombay Bicycle Club, iki EP ve ilk defa bir UK Rock derlemesinde kendileriyle tanışma fırsatı bulduğum Evening/Morning şarkılarıyla dikkat çekmiş bir grup. Evening/Morning kulağıma o kadar değişik gelmişti ki, bu şarkıya ve yeni isimlerine tav olduğum bir grubun albümünü sabırla beklemeye başlamıştım. O albüm Temmuz 2009'da I Had the Blues But I Shook Them Loose adıyla geldi. Ama ne var ki umduğum kadar sevip sayamadığım, arada bir bile takılamadığım, yine de belli bir kalite çıtasını daha ilk albümden yakaladığını düşündüğüm bir işti. Evening/Morning çıtayı tavana vurmuştu belki de. Bunu saymayız deyip ikinci albümü beklemeye başladım. (Bu bekleme mevzunu yazdıkça sanki adamların kapısında yatacak oldum gibi bir hisse kapıldım ki öyle birşey yok. Çıktığını duyunca az biraz heyecanlandım mânasında!)

O ikinci albüm de yine Temmuz ayının 2010'unda Flaws adıyla göründü. Fakat bu defa içinde bir Evening/Morning bile olmayan, en sıkı hayranlarının dahi çok beğenmediği bitse de gitsek bir albümdü Flaws. Her yıl bir albüm gibi bir yola giren Bombay Bicycle Club, bu defa Ağustos 2011'de A Different Kind Of Fix ile üçüncü denemesini yapıyor. Gerçi pekçok otoriteye göre daha ilk albümden kendilerini tekrar denemelere fırsat vermeyecek ölçülerde ispatlamışlardı. Bu deneme lafı benim için. Ben de albümü pek bir gönülsüz dinlemeye başladım doğrusu. Çünkü iki koca albüme rağmen elimde sadece bir, bilemedin iki, olmadı en fazla üç şarkılık bir indie rock grubu vardı. Evening/Morning dışında kalan o diğer iki şarkının adını sabaha kadar dövseler hatırlayamam.


Grup bu defa A Different Kind Of Fix ile deyim yerindeyse turnayı alnının çatısından vurmuş adeta. İlk dinleyişte 4-5, sonrakilerde yavaş yavaş 7-8 şarkısına sevgi beslediğim bir BBC albümünü hele de Flaws'dan sonra hiç beklemiyordum. Yatmış olduğum ters köşenin şokundan kurtulunca, keşif dinletisinin ardından mimlediğim her albüme yaptığım üzere adam gibi her şarkısını baştan sona dinlediğim bir gün onun değerini daha bir anladım. How Can You Swallow So Much Sleep ile ruhani bir giriş, ardından hafif bir drum machine şımarıklığıyla yapılan açılış iyi bir albümün sinyallerini veriyor gibiydi. Sonraki iki şarkının ardından biraz tereddüte düşsem de, Lights Out Words Gone sade indie pop yapısıyla biraz daha ümitlendirdi. Ama Take The Right One, grubun Evening/Morning'den bile daha iyi bir şarkı yazabileceğine olan inancımı körükleyen olağanüstü bir beste oldu. Bana göre albümün en iyi olmasından bile fazla anlam içeren, yarattığı epik dream pop hüznünü dinamik indie rock ile halvet eden, yarattığı bu atmosferi şarkı boyunca bir an olsun terk etmeyen, yaralayan, acıtan, ağlatan bir şarkı Take The Right One. Bir albümde onun gibi bir şarkıya rastlamak en basitinden acımasızlık!

Take The Right One'ın ardından gelecek olan şarkı da talihsiz diğer yandan. Grup onu da Shuffle diye albüm disiplini içinde gayet neşeli, ritmik ve pozitif bir şarkıyla aşmaya çalışmış. Take The Right One'ın tepemize koyduğu kara bulutlu, günbatımı ufuklu manzarayı dağıtmayı bir nebze başarsa da, asıl görevinin bu olmadığı, kendi ayakları üstünde kişilikli bir indie pop/rock olmayı başardığı kesin. Beggars, Fracture, What You Want ve hüznü iyice piyano dibine vurduran Still, bu güzel albüme garnitür niyetine konmadığını hissettiren parçalar. Nedense Still'in sıkı bir kapanış şarkısı olmasına izin vermeyip albüme bonus olan Beg ile nihayetlenen A Different Kind Of Fix, grubun sonunda iyi şarkı formülünü çözdüğünü, gedikleri onardığını iyiden iyiye belli eden bir şekil ve şamalde. Aklım hâlâ Take The Right One'da olsa da bunu görebiliyorum. Grubun artık dream pop'a (ya da rock'a!) kaymaya daha bir meyilli uyumu, Jack Steadman'ın çoğu zaman bisikleti elinden alınmış çocuk hissiyatıyla yaptığı vokallerin bu kez hedefi tutturmasıyla kendi zirvesini buluyor. Artık Bombay Bicycle Club'ın en iyi albümü diye bir albüm var. Demek ki her grup üçüncü bir şansı hak ediyormuş!

1. How Can You Swallow So Much Sleep
2. Bad Timing
3. Your Eyes
4. Lights Out, Words Gone
5. Take The Right One
6. Shuffle
7. Beggars
8. Leave It
9. Fracture
10. What You Want
11. Favourite Day
12. Still
13. Beg

24 Kasım 2011 Perşembe

Georgia Fair - All Through Winter


Kapağını görünce nedense tipik bir Irish Bar albümü izlenimi edindiğim, ama içine girer girmez gayet olgun, mütevazi ve kişilikli  folk rock şarkılarıyla karşılaştığım All Through Winter, Avustralyalı Jordan Wilson ve Ben Riley'den oluşan Georgia Fair'in ilk albümü. Hani kapağa kötü diyeceğim, albümün hatırına diyesim gelmiyor. Lisede tanışıp kaynaşan, ortak müzik zevklerini müzisyenliğe, oradan da kaçınılmaz biçimde grup kurmaya evrilten Jordan ve Ben, 2009 ve 2010 yıllarında çıkardıkları iki EP ile sessiz sakin müzik dünyasına giriş yaptılar. EP'ler her grup için albüm müjdecisi olmayabiliyor ve rating alamayan diziler gibi kimse yüzlerine bakmazsa albüm yapamadan silinip gidiyorlar. Neyse ki Georgia Fair için işler öyle gitmiyor ve EP'leri LP yapacak olan fırsat hiç ummadıkları bir anda kendilerini buluyor.

Grubun Georgia Fair ve Times Fly EP'leri bir şekilde Seattle kökenli Band Of Horses grubunun eski elemanlarından Bill Reynolds'un menajerinin kulağına çalınınca, o da kulağına çalınan müziği tez elden Reynolds'a ulaştırınca grup için beklenen kırılma noktası nokta olmaktan çıkıveriyor. Aynı zamanda yapımcı olan ve bu tip yeni sesler bulmaya hevesli Reynolds vakit kaybetmeden Jordan ve Ben ile buluşuyor. Bob Dylan ve Fleetwood Mac sevmelerinden ve hemen hemen aynı tür müziğe gönül vermelerinden ötürü o kadar samimi oluyorlar ki Reynolds, Georgia Fair'i albüm sahibi yapma uğruna gösterdiği fedakârlıklar nedeniyle adeta grubun üçüncü üyesi haline geliyor. Hep birlikte Carolina'nın Asheville adlı bir beldesinde bulunan bilmem ne dağındaki eski bir kiliseyi mesken tutuyorlar. Jordan ve Ben, hayatlarındaki ilk karı da orada görüyorlar.


EP'lerden, önceki birikmişlerinden ve orada yazdıkları şarkılardan derleyip süzgeçten geçirdiklerini topladıkları All Through Winter sıcak, samimi, rahat ve kendini inkâr etmeme adına yükselmemeye gayret eden ya da bunu öyle gösteren doğallıkta bir kış albümü. Bill Reynolds ve Georgia Fair, kapandıkları kış stüdyosunda beraber geçirdikleri soğuk günlerin içtenliğini tam manasıyla albüme işlemişler. İlk single Where You Been?, kabul edilmesi fazla zaman almayan hoş bir parça. Neşeli görünen Remember Me ve yine temposuyla aynı görünüme sahip Morning Light da aynı hoşluktalar. Geri kalanlarda ise sivrilmesi zaman alacak akustik hüzünler, kalp ve hayalkırıklıkları, kış kederleri hakim. Times Fly, Blind, Simple Man ve Float Away bu hakimiyetin en belirgin örnekleri. Aynı zamanda hemen şimdi olmasa da sonraki Georgia Fair albümlerine umutla bakmamızı sağlayacak karakterde folk besteleri.

Biraz dah sert yapsalar tam pop rock olmuş denebilecek şarkıları gereksiz yere celâllenmeden akustize eden (uydurmanın sınırı yok!) Georgia Fair, adını andığım bestelerin dışındakilere sanki biraz daha çalışabilirmiş duygusu verdi. İlk albümde o kadar olur. Mühim olan sonrası. Şahsen kendilerini akustikten içi geçmiş folkçuların baygın albümler yapa yapa silinip gittiği bir konumda görmeyi istemem. Zira bunun böyle olmayacağını gösteren ışıklar var kendilerinde. Birileri bir şekilde keşfetmese onlardan haberimiz olmayacaktı. Keşfedilme şansını iyi kullanmak istiyorlarsa aynı tavır ve sound ile, ama bir albümün on küsür şarkıdan oluştuğunu unutmadan hareket etmeleri iyi olacaktır. Anafikirlerden biri de, şayet müzik yapıyor ve keşfedilmek istiyorsanız öyle "iyi müzik yapıyorsan şans gelir seni bulur" zırvalarına prim vermeden, demo EP, korsan, fanzin ne bulursan ortamlara dalacaksınız şeklinde beliriyor. O zaman belki Bill Reynolds'ın menajeri gibi adamlar gelir sizi bulur.

1. Times Fly
2. Blind
3. Where You Been?
4. My New Home
5. Float Away
6. Simple Man
7. Time
8. Remember Me
9. Halfway Gone
10. Morning Light
11. As The Sun Fades

19 Kasım 2011 Cumartesi

Birdy - Birdy


Asıl adı Jasmine Van den Bogaerde olan ama kendine Birdy ismiyle bir kariyer seçen 1996 doğumlu kızımız, annesinin bir konser piyanisti olmasının da etkisiyle 4 yaşında piyano çalmayı öğrenmiş, 7 yaşında da kendi şarkılarını yazmaya başlamış. Bu tip müzisyen özgeçmişlerini görünce bunların oyun oynamaktan başka bir derdi olmayan 4 ve 7 yaşındaki çocuklardan farklı bir dehaları olduğunu fark etmek canımı sıkmıyor değil. Birdy bununla kalmayıp 12 yaşına geldiğinde kendi yazdığı şarkısı So Be Free ile yetenek yarışması Open Mic UK birincisi olmuş. Warner Bros da hemen kontratı önüne koymuş. İlk ciddi çıkışını da Bon Iver coverı olan Skinny Love ile gerçekleştirmiş. Hazır cover demişken, albümde Fleet Foxes'ın White Winter Hymnal parçasının da hoş bir yorumu bulunmakta.

Dinlemekte olduğum albüm, orijinaline üç parça daha eklenmiş olan Deluxe Version. Genel olarak piyano tabanlı ve haliyle hüzünlü indie pop bestelerinin kolkola girdiği oldukça kaliteli bir albüm bu. Birdy'nin gayet yetkin olmakla birlikte öyle çok sıradışı, uzun süre akıllardan silinmeyecek bir sesi yok. Ne var ki çoğunlukla kendi yazdığı şarkıların alt-üst yapılarındaki dingin tutku, sıklıkla Tori Amos tonundan çınlıyor. Henüz ilk albümüyle böyle bir referans edinmek her kızın, hele de 96 doğumlu her kızın harcı değil. Onun harcının sağlam olduğu 1901, People Help The People, Fire and Rain, coverlar Skinny Love ile White Winter Hymnal, ayrıca piyanosuna elektronik destek de aldığı The District Sleeps Alone Tonight ile yine bu bağlamda albümün en iyilerinden olduğunu düşündüğüm Young Blood örneklerinden belli. Şimdilik bunların dışında kalanlarla aram pek iyi değil. O yüzden kendisinin Tori Amos mirasını devralmaya, Regina Spektor ile aşık atmaya tam manasıyla hazır olduğunu birkaç Birdy albümünden sonra anlayacağımız açık bence. Lâkin benim bu isimlerin zaman zaman yılgınlık veren uzun piyano baladlarına olan antipatim kimseyi yanıltmasın. Ortada genel anlamda iyi bir müzisyen ve iyi bir albüm olduğunu anlayacak kadar da pati sahibi sayılırım.

1. 1901
2. Skinny Love
3. People Help The People
4. White Winter Hymnal
5. The District Sleeps Alone Tonight
6. I'll Never Forget You
7. Young Blood
8. Shelter
9. Fire and Rain
10. Without a Word
11. Terrible Love
12. Comforting Sounds
13. Farewell and Goodnight
14. People Help The People (RAK Studio Sessions)

18 Kasım 2011 Cuma

Coldplay - Mylo Xyloto


Coldplay'i takip eden bir dinleyenim. Bildiğin Yellow'dan beri hem de. Don't Panic, Yellow, Trouble güzelliklerini içeren tanışma albümü Parachutes, iki sene sonra In My Place, The Scientist ve kanımca gelmiş geçmiş en iyi Coldplay şarkısı olması bir yana, şöyle kalabalık bir "gelmiş geçmiş en iyiler" listesi yapmaya yeltensem asla ıskalamayacağım Clocks'un yer aldığı A Rush Of Blood To The Head, üç sene sonra bu kez Fix You, Talk, Speed Of Sound gibi kozlarını ortaya seren X&Y, grubun ününü gitgide pekiştirmiş, ama üzerine çok da fazla birşeyler koyamamış kariyerinin nadide üç albümünü oluşturuyordu. Coldplay'i hoş anılarla geride bırakma vaktinin geldiğini anladığım Viva la Vida vasatlığına hiç girmeyeyim. Dikkat edilirse ilk üç albümden örnek verdiğim şarkılar aynı zamanda single olmuş, enteresan kliplerle ekranda sık sık boy ve bos göstermişti. Zaten Coldplay de bir albüm grubundan ziyade, iyi single üretebilen (ki onun da albüm başına oranı üçü geçmez), klip çekmeyi acayip seven, tipikten biraz daha hallice bir pop rock grubu gibi gelmiştir bana hep.

Yeni albüm Mylo Xyloto, çeşitli mecralarda dönen muhabbetlerin yalancısı olduğum üzere grubun son albümüymüş. Teoman'ın müziği, Clint Eastwood'un oyunculuğu, Ferzan Özpetek'in sigarayı bırakması gibi bir muhabbetse hiç umurumda değil açıkçası. Coldplay'siz de yaşayabilirim. Yine konuşulduğu üzere Mylo Xyloto'nun bir kamyon dolusu referans içeren tuhaf adı da aynı umursamazlığa sahip tarafımdan. İçeriğe bakmak lâzım. Oraya bakarsak, Viva la Vida dışındaki ilk üç Coldplay albümünün altında ezilmeyecek bir albüm yapmışlar. Pop rock ve Britpop'un dream pop ile yakın temasına tanık olduğumuz Coldplay müziği kaldığı yerden (Viva la Vida'dan değil!) devam etmekte. Hoş şarkılar yazmışlar ve aynı hoşlukta çalıp söylemişler. Ama dedim ya, Coldplay hiçbir zaman albüm grubu olmadı gözümde. Dinledikçe ve özellikle de bitirince kekremsi tatların hangisini aldığımı bile tam bilemedim. Bu yüzden 2-3 dinleyişin sonunda tekrar dinlemek isteyeceğim 2-3 şarkılarını alıp olay mahallinden uzaklaştım. Bu yüzden en iyi Coldplay albümü hangisidir diye sorsalar, 2007'de çıkardıkları The Singles 1999-2006 diye cevap verme ihtimalim hayli yüksek olurdu.


Mylo Xyloto'nun referanslarına veya Mylo ile Xyloto'nun şirin aşkını içeren konsept duruşuna hiç takılmadan, muhtemel hitlerini alıp çekilmek niyetindeydim. Ne var ki, albüm hiç beklemediğim biçimde sardı, şarkılar kulağımdan içeri yağ gibi akmaya başladı. Single olarak çıkan Every Teardrop Is A Waterfall ve Paradise'ın radyoları ele geçirmesini haklı buldum. Özellikle Paradise öyle bir şarkı olmuş ki, onu hem bir Coldplay şarkısı gibi, hem de değil şeklinde özetlemenin onu en iyi tanımlama yöntemlerinden biri olduğunu düşünüyorum. "Dream" yönlerini rock ile daha bir şevkli ve zevkli hâle getirmişler sanki. Bu hassasiyet çerçevesinde pop coşkusunu eksiksiz yansıtan Hurts Like Heaven, aynı hassasiyetlerle tipik Coldplay yazımınının tepelerinde gezinen Charlie Brown, U2'nun sinsi folk aktivitesinden izler taşıyan Major Minus ve Coldplay usülü fırında az pişmiş trip hop Up In Flames gerçekten iyi tasarımlar. Bir de Princess Of China olayı var tabiî.

Artık piyasaya çıkan her üç pop albümün birinde konuk olarak gördüğümüz Rihanna'nın Coldplay'e vokal yapması özellikle ergen camiada büyük olay muhakkak. Ama "Çin Prensesi" diye bir şarkı yapan şayet ben olsam, bu şarkı için "featuring" yapmaktan başı dönmüş Rihanna yerine ne yapar eder, (gerekirse kapısında yatar) çok yönlü Çinli şarkıcı Sa Dingding'i kafalamaya çalışırdım. Hem böylece pek de fena olmayan şarkının cibilliyetini değiştirip bambaşka birşeye dönüştürme fırsatı da yakalayabilirdim. Tüylerim diken diken bile olabilirdi. Albüm için kaçan en büyük fırsatlardan biri bu olmuş. Diğeri ise iyi bir (hatta iki!) final yapma şansını kullanamamaları denebilir. Zira son iki şarkı gereksiz olmuş. Albüm müzikal yönden pekâlâ Up In Flames ile de sonlanabilirmiş, ufak çaplı bir hantallığa çalım atılabilirmiş. Tabiî konsept albüm oluşu sebebiyle hikâyenin bir sonuca bağlanması da kendileri açısından önemli.


Coldplay için bugüne dek olumlu olumsuz çok şey söylendi. Dalga geçildi, taklitle ve melodi çalmakla (hem de Joe Satriani'den!) suçlandı, Gay müziği yapıyorlar dendi, Noel vakti Christmas albümü yapmalarına gerek yok, zaten her albümleri Christmas banalliğinde dendi, Chris Martin bazen sahnede çok yapmacık, çok abartı davranıyor dendi. Onlar da The Hardest Part gibi kliplerle, naifliği fazla kaçmış birtakım şarkılarla, Viva la Vida gibi ruhsuz bir albümle bu denenlere çanak tuttular. Yine de efsanevi Ok Computer ve Kid A döneminde haksız biçimde Radiohead ile karşılaştırılan Coldplay'in, artık Radiohead'in müzik yapmak yerine stüdyoya her oturanın çıkarabileceği türden ses üretme tembelliğini seçmesi (buna da "deneysel müzik yapıyorum" demesi) karşısında hâlâ şarkı yapmaya olan tutkusunu koruyor olması sevindirici. Şarkı yazamamanın beceriksizliğini köylü kurnazlığıyla "deneysel" olmaya evriltmeye çalışan zihinlerin aksine Chris Martin ve ekibi Mylo Xyloto'da önceki albümlerinden biraz daha dream pop ve pop tavırlarını sivriltmeye, bunu yaparken de kendilerini fazla kaptırmamaya gayret etmişler. (Bunu yaparken kendini kaptırmış bir Coldplay hiç çekilmiyor doğrusu.) Pek sanmıyorum ama şayet Mylo Xyloto bir veda ise hiç de fena sayılmaz.

1. Mylo Xyloto
2. Hurts Like Heaven
3. Paradise
4. Charlie Brown
5. Us Against the World
6. M.M.I.X.
7. Every Teardrop Is a Waterfall
8. Major Minus
9. U.F.O.
10. Princess of China (feat. Rihanna)
11. Up in Flames
12. A Hopeful Transmission
13. Don't Let It Break Your Heart
14. Up With the Birds

13 Kasım 2011 Pazar

Kate Havnevik - You


1975 Oslo doğumlu Kate Havnevik, küçük yaşta piyano ve gitar çalmaya başlamış, 14 yaşına kadar da klasik ve caz müzisyeni olmak istemiş. 14 yaşından sonra içine bir miktar punk ateşi düşse de, kızlardan oluşan bir underground punk grubunun fazla uzağa gidemeyeceğini anlayarak tekrar klasik müziğe, ama bu defa modern elektronik düzenlemelere paralel bir klasik müzik anlayışına dönüş yapmış. Hem anne hem de babası klasik müziği eğitimi almış, üstelik her ikisi de flüt çalan insanlar olduklarından Kate'in bu durumdan etkilenmemesi zor olsa gerek. 19 yaşına geldiğinde Liverpool'a gidip The Liverpool Institute For Performing Arts adlı görkemli bir isme sahip okulu bitirdikten sonra da Londra'ya dönüp kariyer girişimlerine başlamış.

Sıkı bir başlangıç yapma adına Imogen Heap, Madonna, Jem, Britney Spears, Björk ve Alanis Morissette gibi kadınların yapımcılığını yapacağı kadar yapmış, aynı zamanda Imogen Heap ile birlikte Frou Frou'yu kurmuş olan Guy Sigsworth'ün peşinde tam beş yıl koşmuş. Artık bıktığından mı, telefon sapığı olmadığını anladığından mı, yoksa gerçekten inandığından mı nihayet Guy Sigsworth, Kate'e geri dönüş yapmış. İkili beraber şarkılar yazmaya başamışlar ve ortaya "Kara Gül" anlamına gelen 2006 tarihli Melankton çıkmış. Art pop, barok pop, trip-hop, electronica karışımlı Melankton, gayet kaliteli ve olgun bir pop albümü. Araya 2009'da Me Ep'sini sıkıştıran Kate Havnevik, bu EP'de yer alan Halo ve Disobey adlı iki harika şarkısını da kattığı 2011 albümü You ile kariyerini sürdürüyor.


Özellikle Disobey gibi bir parça, "art" ve "barok" terimlerinin yaratacağı olası çekincelerin (ki bu çekinceler şahsi tecrübelerimin vermiş olduğu çekilmez birtakım albümlerden benim gibi ağzı yanmış olanlar için sözkonusu olabilir) kıçına tekmeyi basacak denli nefis bir electropop bestesi. Albümden ilk Disobey'i duyduğum için geri kalanı hakkında gayet heyecanlıydım. Melankton her ne kadar beğendiğim bir albüm olsa da, genel olarak yarattığı depresif hava You'da yerini daha anlaşılabilir, yakınlaşılabilir, hissedilebilir bir alternative pop'a bırakmış görünüyor. Kate Havnevik'in tuttuğu her şarkıyı sıkıca kavrayan duyarlı vokali, elit olduğu kadar popüler kompozisyonlar da içeren incelikli bestelerle birlikte You albümünü güzelce şekillendiriyor. İstese Disobey ve Halo gibi iki sıkı kozu varken albümün geri kalanıyla top dolaştırıp zamana oynayabilecekken (bunu yapan o kadar çok şarkıcı/albüm var ki!) o kozların üzerine müthiş bir Castaway koyuyor ki, artık bunun üzerine top dolaşdırsa da olur diyorum içimden. Sınıf atlamış leziz iki indie pop şarkı Show Me Love ve Happy Sad, bunun yanında yine olgunlaşmış bir electropop beste olan Mouth 2 Mouth da grafiği yükseltiyor. Yalnız albüm sonlara doğru evlerden ırak biraz Bjork kanalına giriyor ki, endişeleniyorum. Yine de hepten Bjork'un güya dünyadan kopmuş sahtekârlığı sezilmiyor o şarkılarda. Kate Havnevik'in ne kadar uçsa ya da uçar gibi görünse de, ayaklarının eninde sonunda yere basacağını bilen bir müzik yapıyor.

1. Krakowska
2. Mouth 2 Mouth
3. Halo
4. MYYM
5. Disobey
6. Castaway
7. Think Again
8. Show Me Love
9. Happy Sad
10. Soon
11. Tears in Rain
12. Grace

10 Kasım 2011 Perşembe

Insomnium - One For Sorrow


Finlandiyalı Insomnium dörtlüsünün yaptığı müziği tanımlamak için şiir gibi bir kurnazlık düşünülmüş. "Melodic Death Metal"... Birkaç yıl öncesine kadar böyle bir tanımdan haberim yoktu açıkçası. Yani death metal'in başına melodik bir ekleme yapıldığını müzikal anlamda fark etmişliğim vardı fakat bunun kağıt üstünde tanıma dökülmesi çok daha anlamlı olmuş. İlk başta bende death vokalli power metal algısı yaratsa da, işin progressive metal yanının ağır basması beni bu türe, sade death metal'den çok daha fazla yakın hissettirmekte. Çünkü death metal'in koyu havasındaki melodik eksiklik, onu fazla ruhsuz göstermekte. "Türün kendi adı Ölüm olan bir müzikten neyin ruhunu bekliyorsun" türü sözde esprili yaklaşımları çoktan aşmış, buna rağmen "ucunda ölüm yok ya, dinler geçeriz" dediğim birçok albümün sonunu zor getirmiş biri olarak işin içine dahil edilen melodik unsurların ve progressive zekânın bu müziğin gerçek itibarını teslim ettiği kanaatindeyim. Ancak bu sayede şarkılar ve onlara yazılan nihilist veya ümit ışığı barındıran felsefi lirikler daha bir sivrilip hedefine ulaşabiliyor benim nazarımda.

1997'de kurulan Insomnium'un beş albümü var. İskandinav ülkelerinin death metal ve türlerine olan ölümcül bağlılığını kutsayan, ona harika bir melodi anlayışıyla seviye atlatan gruplardan biri olan Insomnium'u ilk defa 2009 tarihli 4. albümleri Across The Dark ile tanımıştım. İçinde "metal" kelimesi geçen her türde haklı olarak aranılan hız ve sertliği poz amaçlı değil, şarkıların omurgasını oluşturmak için kullanan olağanüstü bir tecrübenin ürünü bu albümü dinlememin üzerinden 2-3 ay geçtikten sonra yeni albümlerinin çıktığını öğrenmem güzel bir sürpriz oldu. O albümün adı One For Sorrow ve grup aynı güçlü duruşunu eksiksiz biçimde bu albüme yansıtmış. Insomnium'a ve benzeri pekçok gruba karakterini veren brutal vokalin melodik altyapıyla birleşimi One For Sorrow'a devasa kanatlar takıp gökyüzüne yükseltmiş. Niilo Sevänen'in brutal tekniği, bir teknik olmanın ötesine geçip şarkılara bir kış rüzgârı, bir Orta Dünya canavarı, çılgınlığın güzelliğine vurgu yapan bir death metal enstrümanı kimlikleri vermiş. NWOBHM yoğunluğunu sert perdeden epik bir hardcore ile yücelten, böylece death metal olgusunu kendi kısır döngüsünden kurtarıp özgürleştiren müzikal olgunluk Insomnium'un her hücresine, her notasına sinmiş.

Sert başlayıp yumuşayan, yumuşak başlayıp sertleşen, sonra tekrar yumuşayıp tekrar sertleşen, tüm bunlar olurken hayranlık veren biçimde metal müziğin duygusal zekâsına sonuna kadar sahip çıkan bu üslubun ürünü Song Of The Blackest Bird, Unsung, Lay The Ghost To Rest, One For Sorrow, Only One Who Waits ve diğerleri, tadına doyum olmaz sert bir enerjiyi müthiş bir duygu yoğunluğu haline getiriyorlar. Hepsi ayrılmaz bir bütünün parçaları. O bütünün parçası gibi durmayan tek şarkı olan Decoherence'in inanılmaz yumuşaklığında hissedilen destansı hüzün bile aslında o bütünün içinde var olan her türlü teslimiyetin çıplaklığını en basit biçimde ele veren nitelikte. Dinlemediğim ilk üç Insomnium albümünün de hiç yanlış yapmayacağına neredeyse emin hâle geliyorum bu yüzden. Dinlediğimiz müziğin türü ne olursa olsun, farkında olarak veya olmayarak aradığımız en belirgin özelliklerden biri ortaya çıkıyor böylece.

1. Inertia
2. Through the Shadows
3. Song of the Blackest Bird
4. Only One Who Waits
5. Unsung
6. Every Hour Wounds
7. Decoherence
8. Lay the Ghost to Rest
9. Regain the Fire
10. One for Sorrow
11. Weather the Storm

7 Kasım 2011 Pazartesi

Uh Huh Her - Nocturnes


Mellowdrone adlı grubun üyesi olan, aynı zamanda Dr. Dre, Melissa Auf der Maur, Busta Rhymes, Kelly Osbourne gibi ne alâka isimlerin arkasında bas ve keyboard çalan Camila Grey ile, The Murmurs ve Gush diye muamma gruplarda mesai harcamış, bunun yanında The L Word dizisinde Alice Pieszecki rolünü canlandırmış Okinawa, Japonya doğumlu Leisha Haley'nin kurduğu Uh Huh Her, ikinci albümleri Nocturnes sayesinde tekrar kendilerinden söz etme şansı yaratıyorlar. Böylesine gizemli ve çekici iki kadından söz etmek de pek zevkli doğrusu. Lâkin sırf söz etmiş olalım diye söz etmiyoruz kendilerinden. Yaptıkları müzik ile hem indie pop'un, hem de dirsek temasında oldukları mainstream'in arasında kurmuş oldukları köprünün üzerinden tekrar geçerken her iki tarafa da taviz vermiyorlar. Biraz daha açarsak, duyulan sounda ve şarkı yazım ve tasarımında sanki isteseler kitleleri, radyoları, basını peşlerinden sürüm sürüm süründürebileceklerken, daha geri plânda kalmayı seçmiş bir dürüstlükleri var. Günlerce dillerden düşmeyecek yakıcı/yakalayıcı pop rock besteleri yazabilirlermiş de sanki bilerek yazmıyorlarmış, kendi inandıkları yolda gitme kararı almış gibi de prensip sahibi havaları var.

Gelmiş geçmiş en kötü albüm isimlerinden birine sahip PJ Harvey'nin 2004 tarihli Uh Huh Her'ünden etkilenerek gelmiş geçmiş en kötü grup isimlerinden birine sahip olan Camila-Leisha ikilisi 2008'deki ilk albüm Common Reaction'da bu tavrılarını, havalarını, prensiplerini vs. yeterince göstermişlerdi. İlk duyuşta üzerine atlayacağınız türden şarkılar yapmıyorlar, zamanın onları demlediğine olan inancımızı güçlendirir nitelikte iddiasız ama yetkin bir duruş sergiliyorlardı. Aynı duruş Nocturnes ile sürmekte ki, bu da bir anda meşhur olup ortalık malı olmalarını bir süre daha erteleyebilmesi yüzünden sevindirici. Hatta zaman zaman şarkılarında ciddi bir düzenleme sıkıntısı çektikleri fikrine kapılabiliyorsunuz. Evet bu sıkıntı Common Reaction'da vardı, Nocturnes'de de var. Ama işin tuhaf yanı, bazı şarkılarda o sıkıntının olduğunu düşünürken birkaç dinleyişten sonra keşfettiğiniz ufak ayrıntılar aslında şarkının gayet sofistike biçimde zaten düzenlendiğini göster(m)iyor.


Kanımca Nocturnes, bir önceki Common Reaction'dan ne ileride, ne geride bir albüm. Yine de o düzenleme sıkıntısı dediğim şeyin aslında zaten düzenlenmiş olduğunu biraz belirgin eden, bunun yanında gerçekten çok iyi düzenlenmiş şarkılar mevcut albümde. Bu eksiklik kimi zaman şarkılardaki tutku dozunu hissetmenin önünde ciddi bir engeldi Uh Huh Her için. Yani tutkulu olduklarına emin olduğunuz, ama bunu gösteriş biçimleriyle birşeylerin eksikliğini yüzeye çıkarması muhtemel eksiklikler (ya da tercihler diyelim) vardı. Oysa burada o tutkunun gözü kısmen açılmış denebilir. Another Case bu yıl duyduğum en iyi şarkılardan biri. Duygu yoğunluğunu epik sınırına dayanmış bir enerjiyle radyo formatına ulaştırmış bir şarkı. Kulağa "altı kaval üstü şeşhane" geldiğinin farkındayım ve bundan mutluyum. Marstorm, Wake To Sleep, Disdain, Human Nature albümün diğer iyileri ki bunlar albümün ilk yarısını oluşturan şarkılar. İkinci yarı ise The Kids Are Alright filminin şarkıları arasında da yer alan Same High dışında pek samimi gelmedi. Belki şimdilik öyledir. Bir de şu var ki Uh Huh Her (bu arada şu ismi yazmanın bana komik geldiği kadar zor da geldiğini fark ettim) herşeye rağmen en iyi albümünü henüz yapmadı. Bu da oldukça heyecan verici.

1. Marstorm
2. Another Case
3. Disdain
4. Wake to Sleep
5. Human Nature
6. Many Colors
7. Debris
8. Criminal
9. Same High
10. Darkness Is
11. Time Stands Still

5 Kasım 2011 Cumartesi

The Diogenes Club - The Diogenes Club


Matthew "Dob" Williams, küçüklüğünde babasının İspanyol gitarını tıngırdatarak atıldığı müzik yaşantısını, yaşı biraz daha ilerleyince aldığı Atari ile renklendirip ilk meyvelerini vermeye başlamış bir müzisyen. Sonra kendine adam gibi bir bilgisayar alarak EP'lerini ve remikslerini daha profesyonel biçimde oyuna dahil ediyor. Ama şarkı söyleyip söz yazamadığı için şarkıları hep enstrümantal düzeyde kalıyor. Zamanla bu durumun bir sorun olduğunu düşünmeye başlıyor. Derken ortak bir arkadaşın yardımıyla Cardiff'te yaşayan, şarkı söyleyip söz yazabilen Paul Giles ile tanışıyor. Müzik ve vokalleri email yoluyla birbirlerine yollayan ikili, tez zamanda aralarında oluşan kimyanın farkına varıp yüzyüze gelmeye, bununla da kalmayıp Williams'ın tek başınayken kendine koyduğu The Diogenes Club ismi altında birleşmeye karar veriyorlar.

Williams ve Giles beraber ilk olarak 2009'da Do You Know How To Feel It? EP'sini yapıp çok iyi eleştiriler alıyorlar. Öncesinde Williams'ın üç EP'si daha bulunuyor bu arada. 2010'da İki EP daha çıkarıp sevenlerini EP manyağına çevirdikten sonra nedense kendi adlarını taşıyan The Diogenes Club albümünü yapmaları Ekim 2011'i buluyor. Albüm ratinglemeyi seven site ve bloglardan hep geçer notlar alan albüm, 80'ler synth pop ve elektronik naifliğini/naftalinliğini sonuna kadar üzerinde taşıyan bir sound içeriyor. Williams'ın olabildiğince basit, hatta çoğu zaman minimal bestelerini sevimli bir vokal ve lirik anlayışıyla iyice renklendiren Giles, bu sayede The Diogenes Club'ın zaman zaman bir The Bee Gees hassasiyeti yakalamasını bile sağlıyor kanımca.

Şarkılar öyle akılda kalıcı nakaratlarla veya gözalıcı kompozisyonlarla tasarlanmış falan değiller. Yani gözümde şarkı şarkı değerlenen bir albüm değil bu. Ama Green Eyes, The Fall Line, The Longest Day, Scenes Of A Crime, I Know You'll Bring Us Back gibi şarkılar birkaç VHS kiralayıp evi boş bir arkadaşın evinde votka vişne kaçamağı yaptığınız, gece karanlıkta Radyo 3'ten müzik listelerini takip ettiğiniz, rüküş arkadaşlarınızı, rüküş eski sevgilinizi, rüküş kendinizi görüp güldüğünüz bir demet 80'ler fotoğrafının çekildiği günleri aklınıza getirebilir. Belki bunu sadece sound olarak yapabilir. Çünkü yakaladığı bu soundun hakkını tam olarak verebilmesi için daha akılda kalıcı şarkılara ihtiyacı var.

1. Green Eyes
2. The Fall Line
3. I Know You'll Bring Us Back
4. The Longest Day
5. Connected
6. Awake For The Week
7. What You're Missing
8. Speechless
9. They Will Stop at The News
10. The Dream Touch
11. Scenes of a Crime

3 Kasım 2011 Perşembe

Scott Pilgrim vs. The World (OST)


Bryan Lee O'Malley'nin Arcade, 8-Bit, Atari ruhuna ekmek banan grafik uyarlaması Scott Pilgrim vs. The World'ü çeken adamın adı Edgar Wright ki, bu bile benim için bir filmi gözü kapalı izlemek için bir sebepken, bunun bir de soundtrack'i olması da (tıpkı Shaun Of The Dead ve Hot Fuzz'ın soundtrack'i olması gibi) gözü kapalı dinlemek için ayrı bir sebep. İzleyeli ve dinleyeli epey oldu aslında. Film, son dönem Amerikan zeki ergen yapımlarından hayli (buradaki "hayli" bildiğimiz "highly") esinlenmiş olmakla birlikte, gönderme dolu popüler ve indie, geçmiş ve şimdi kalıpları dahilinde harika işler çıkaran, bu sayede geçmiş ve şimdinin alt kültürü arasında sağlam bir köprü kurmuştu. Herkesin değil, ancak bu köprü üzerinden geçmesi uygun görülmüş referanslar hakkında geçmişe dair paylaşımlar sahibi izleyenler ve yaşayanların anlayabileceği bu tavrın müzikal yansımalarının toplandığı bir değil, iki Scott Pilgrim vs. The World müzik albümü bulunmakta.

İlki, Radiohead, R.E.M., Beck, Travis gibi isimlere dönem dönem yapımcılık ve yârenlik etmiş prodüktör Nigel Godrich'in üstlendiği, score desen score değil, albüm veya radyo tipi şarkı desen şarkı değil (AKA... deneysel!) bazı çalışmalardan ve birazdan konu edeceğimiz "various artists" versiyonda bulunmayan sıkı şarkılardan kurulu bir albüm. Onun tadı başka ama kırmızı kapaklı olan öteki, özellikle filmi izlemiş, hele de bayılmış benim gibiler için lezzetinden sual olunmaz kalitede seçkilerden oluşmakta. Filmin doğaüstü grup ismine sahip Sex Bob-Omb'un dört zıpır şarkısı, filmi ve ilgili sahneleri şenlendirme başarısını ancak filmi görenlere hissettirebilir. Keza, filmde kendilerine Crash and The Boys diyen, aslen Kanadalı bir indie rock grubu oldukları bilgisine ulaştığım Broken Social Scene'in 9 saniyelik I'm So Sad, So Very, Very, Sad ve 58 saniyelik We Hate You Please Die parodileri de öyle. Ayrıyeten Broken Social Scene'in de bir parçası albümde mevcut.


Filmdeki yalancı gruplar bu kadarla kalmıyor. Scott'ın ex ve öfkeli kız arkadaşı Envy Adams ile Ramona'nın ex ve öfkeli erkek arkadaşı Todd Ingram'ın grubu The Clash At Demonhead, uzun süre sonra şehre gelip konser verirken nefret dolu bakışlarla kendi exlerine bakarak Black Sheep'i söylüyorlar. Albümde bu şarkıyı Metric'ten duyuyoruz. Eskilerden iki enfes T. Rex (Teenage Dream) ve The Rolling Stones (Under My Thumb) şarkısı yanında (keşke biraz daha fazla olsaymış), nereden nasıl buldunuz dedirten Kanadalı indie rock grubu Plumtree'nin 1997 tarihli ikinci albümlerinde de bulunan Scott Pilgrim'i de notlarımız arasına alalım. O notların arasına alınması gereken çok mühim iki ismi o notların finaline koymak istedim ki havası olsun. Frank Black'in kendi adını taşıyan ilk albümünden I Heard Ramona Sing ve Michael Cera'yı ilk gördüğüm anda benzettiğim tek kişi olan Beck'in biri akustik diğeri 70'lerin folk ruhunu yansıtan Ramona adlı besteleri, albümün hepten yalancı grupların ve yer doldursun hesabı konmuş (evet ne yazık ki buraya da konmuş!) bilinmeyen isimlerin lo-fi banallikleri istilasına uğramamış olduğuna ikna ediyor dinleyeni.

Kavaşe Ramona'nın ortaya ilk çıkan eskisi Patel'in Sex Bob-Omb'un sahnesini bastığı müthiş bölümde çalan Slick (Patel's Song) ve Katayanagi İkizleri'nin Sex Bob-Omb ile kapıştığı epik mücadeleye damgasını vuran parça da bu albüme dahil edilse olurmuş. Ama Nigel Godrich'in albümünde de Beck, Cornelius, Dan The Automator, Osymyso katkıları var ki, biraz ondan biraz bundan tadına bakılsın istenmiş muhtemelen. Godrich'in müzikal dehasını yeri geldiğinde nasıl kolej garajına da sokabildiğini de gösteren score tarafı ile, various artists tarafını karşılaştırma saçmalığına düşmeden, ama en önce filmi izleyerek her iki albümün de tadına varabilirsiniz. Hatta Juno, Nick & Norah's Infinite Playlist, Scott Pilgrim vs. The World, Shaun Of The Dead ve Hot Fuzz''ın müzik albümlerini peşpeşe dinlemek bile kafa açıcı olabiliyor. Hele çaldığı sahnelerle özdeşleşmiş şarkıların sırası geldiğinde suratta yarattığı gülümseme, filmi tekrar izleme hissi uyandıracak kadar güçlü olabiliyor. Zaten bu durum sadece belli bir soundtrack için oluyor değil ya!

1. Sex Bob-Omb - We Are Sex Bob-Omb
2. Plumtree - Scott Pilgrim
3. Frank Black - I Heard Ramona Sing
4. Beachwood Sparks - By Your Side
5. Black Lips - O Katrina!
6. Crash and The Boys - I'm So Sad, So Very, Very Sad
7. Crash and The Boys - We Hate You Please Die
8. Sex Bob-Omb - Garbage Truck
9. T. Rex - Teenage Dream
10. The Bluetones - Sleazy Bed Track
11. Blood Red Shoes - It's Getting Boring by the Sea
12. Metric - Black Sheep
13. Sex Bob-Omb - Threshold
14. Broken Social Scene - Anthems for a Seventeen-Year-Old Girl
15. The Rolling Stones - Under My Thumb
16. Beck - Ramona (Acoustic)
17. Beck - Ramona
18. Sex Bob-Omb - Summertime
19. Brian LeBarton - Threshold 8 Bit