31 Aralık 2010 Cuma

Issız Ada Radyosu Arşivi (Aralık 2010)

Cee-Lo - The Lady Killer
Yıl: 2010 ABD
Tür: Pop Soul, Neo-Soul, Funk
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Wildflower"






Deepest Blue - Late September
Yıl: 2004 İngiltere
Tür: Electronica, Pop/Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Shooting Star"






Helen Stellar - If the Stars Could Speak, They Would Have Your Voice...
Yıl: 2010 ABD
Tür: Shoegaze
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Hyper-Aware (Eyes Wide Open)"





O'Funk'illo - O'Funk'illo
Yıl: 2000 İspanya
Tür: Funk Rock
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Al Rollo del Cogollo"






The Inspector Cluzo - The French Bastards
Yıl: 2010 Fransa
Tür: Blues Rock, Funk Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Empathy Blues"






The Diplomats of Solid Sound - What Goes Around Comes Around
Yıl: 2010 ABD
Tür: Soul, Funk
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Back Off"





Bruce Willis - The Return of Bruno
Yıl: 1987 ABD
Tür: Blues Rock
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Under the Boardwalk"





Dungen - 4
Yıl: 2008 İsveç
Tür: Psychedelic Rock, Neo-Psychedelia
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Det tar tid"






Kurt Wagner and Cortney Tidwell - Kort "Invariable Heartache"
Yıl: 2010 ABD
Tür: Alt-Country
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Picking Wild Mountain Berries"





Janelle Monáe - The ArchAndroid
Yıl: 2010 ABD
Tür: Neo-Soul, Funk, Hip Hop
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Cold War"






Gogol Bordello - Gypsy Punks: Underdog World Strike
Yıl: 2005 ABD
Tür: Gypsy Punk, Folk Rock
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: "Immigrant Punk"





Love In Stockholm - A King's Ransom
Yıl: 2010 ABD
Tür: Funk, Rock, Soul
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Other Man"







Kosheen - Kokopelli
Yıl: 2003 İngiltere
Tür: Electronic, Trip Hop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "All in My Head"






Alphaville - Catching Rays on Giant
Yıl: 2010 Almanya
Tür: Synth Pop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Carry Your Flag"






Alejandro Escovedo - Street Songs of Love
Yıl: 2010 ABD
Tür: Americana, Rock, Alt-Country
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Tula"






Hooverphonic - The Night Before
Yıl: 2010 Belçika
Tür: Trip Hop, Pop/Rock, Pop
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Anger Never Dies"





Nancy Sinatra - The Very Best of Nancy Sinatra: 24 Great Songs
Yıl: 2001 ABD
Tür: Pop
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Summer Wine" (with Lee Hazlewood)





Jerry Lee Lewis - Mean Old Man
Yıl: 2010 ABD
Tür: Rock & Roll, Country
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Mean Old Man" (with Ronnie Wood)






Max Sedgley - Suddenly Everything
Yıl: 2010 İngiltere
Tür: Funk, Hip Hop, Soul
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Hey Mr. Superstar"






Live - The Distance to Here
Yıl: 1999 ABD
Tür: Alternative Rock, Post-Grunge, Pop/Rock
"F" Rate: 10/10
I.A.R. tavsiyesi: "The Distance"



29 Aralık 2010 Çarşamba

Boom Pam - Alakazam


Uzi Feinerman, Yuval "Tubi" Zolotov, Uri Brauner Kinrot ve Dudu Cohav gibi nüfus memurlarına hoşça vakit geçirtecek isimlere sahip İsrailli grup Boom Kam, 2003’te müzik hayatına atılmış bir grup. 2006'da Boom Pam, 2008'de Puerto Rican Nights ve 2010 Haziran'ında çıkan Alakazam ile üç albümlük kariyere sahipler. Almış olduğu puan ve eleştirilerle en iyisi ilk albümleri Boom Pam olarak görülüyor. Alakazam'ın yerinde duramayan, dursa da durduğu anlaşılmayan müziği Balkan esintileri, surf rock kıvraklığı ve Ortadoğu'nun bize hiç yabancı gelmeyecek alaturka ruhu taşıyor. Zaten albüme adını veren Alakazam başlar başlamaz düğün salonundan içeri süzülüveriyoruz. Enstrümantal Surfing Tuba ile kısa bir twist merasiminin ardından bir başka enstrümantal Sabale ile kendimizi hemen piste atıyoruz. Artık çiftetelli mi, sirtaki mi her yola gelebileceği âşikâr Sabale'yi, İspanyol meyhanesinde hiç istek almayan bir şarkıya benzettiğim Top takip ediyor. Böyle böyle her bir Boom Pam şarkısını farklı çap ve markalarda benzetmelere sarıp sarmalayabiliriz. Bir sonraki şarkının neler getireceğini kimse tahmin edemiyor ve bu da Boom Pam'ı heyecan verici bir grup yapmaya yetiyor.

Çok methedilen o "kendi adını taşıyan ilk albüm"lerini de dinlemiş biri olarak, Alakazam'ın yanında pek bir güdük kaldığını düşünüyorum. Özellikle enstrümantal şarkıların fazlalığı ve onların tam bir trio eğlencesi olarak yansıyan enerjisi, bu müziğe hazır dinleyiciye ulaşmakta ve kavramakta hiç zorluk çekmeyecektir. Yerel motiflerin bu rock altyapıya yediriliş biçimleri zaten hiç de sonradan yedirilmiş gibi durmamakta. Belki de o altyapının kendisi yerel motiflerin üzerine üst yapı olmuştur tam çözemedim şimdi. Bunları kafaya takmadan, bünyeyi çakırkeyif ritimlerin kucağına bırakmak en iyisi.

Albümün fikir birliği etmemiş şarkıları arasındaki yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edelim. Aralarda can sıkabilecek sörf nağmelerini saymazsak, U R Mine ve Uniton gibi, düğündeki çılgın amcanın kayıtsız kalamayacağı türden şahane oyun havaları kadar, "deneysel trip sörf caz" şeklinde saçmalama gereği duyduğum Harlem Nocturne, punk rock flörtünde bulundukları Pulsa Denura ve karizmatik bir kapanış yapan yaklaşık 4:30 dakikalık Malibu albümün diğer uğrak noktaları bana göre. (4:30 dakikalık surf rock şarkısı mı olur demeyin. Boom Pam yapmış ve gayet olmuş.) Yine de en unutulmaz Boom Pam anlarını hep o düğün salonundaki milleti kurtlandıran melodileri oluşturuyor. Çünkü esasen hem oraya, hem buraya ait olduğunu hissetiren besteler Boom Pam'ın gerçek değerini yansıtıyor. Bu duyguyu güneşten ve sörften pancara dönmüş bir Malibu'lu anlamaz. Ama bir Ortadoğulu iyi anlar.

1. Alakazam
2. Surfing Tuba
3. Sabale
4. Top
5. Hamdulila
6. The Fall
7. U R Mine
8. Pulsa Denura
9. Harlem Nocturne
10. Rambo
11. Uniton
12. Light Up
13. Bulgarock
14. Malibu

25 Aralık 2010 Cumartesi

Saigon Kick - The Lizard


Bir zamanlar kaset kılığında dinlediğimiz albümleri şimdilerde dijital güzergâhlarda duymak ayrı bir zevk. İnternetten e-book okumanın normal kitap okumaya benzemeyeceği, parmak yalayarak sayfa çevirmenin, matbaa kokusunun, ayraç niyetine sayfa kıvırma nostaljisinin yerini monitörlerin alamayacağı geyiğine çoğumuz âşinadır. Geyik de olsa doğrudur bana göre. Kaset dinlemenin de buna benzer kendine özgü detayları vardır. Ama işin aslı CD veya MP3 kıvamından da hiç şikayetçi değiliz. Tam tersi, o zamanların kaset romantizmini bize unutturmayan kolay ulaşımlar sağlayabildiğimiz dijitalliklere minnettarız. Nereden nasıl edindiğimi hatırlamadığım, muhtemelen hiç de hatırlayamayacağım Saigon Kick'in The Lizard kasetine yıllar sonra tesadüf etmiş olmanın verdiği mutlulukla türlü teknolojik övgüler düzebilirim. Büyük ihtimalle kapağına takılıp kalmak suretiyle aldığım (sadece kapağına takılarak aldığım kaset sayısını hatırlamam asla mümkün değildir) The Lizard'ın bana o dönemlerde neler kazandırdığını saysam antlaşmalara madde olur. Bu kazanımlardan hâlâ yararlanıyor olduğumu görmek beni asıl şaşırtan şey oldu.

1988 Miami doğumlu Saigon Kick, toplamda 6 stüdyo albümü yapmış bir dörtlüydü. Çeşitli eleman değişimleri yaşasa da hep dörtlü olarak kaldı. Bu 6 albümden ikincisi olan The Lizard haricinde sadece 93 tarihli Water'ı dinlemiştim yanılmıyorsam. Zaten The Lizard'ı dinledikten sonra gerek de görmedim. Çünkü bana göre The Lizard tam bir altın vuruştu. Pop Rock, Hard Rock, Heavy Metal, Folk ne ararsanız vardı. Müthiş bir vokal ruhuna sahipti. Water'dan sonra gruptan ayrılan Matt Kramer'ın öyle dağlar deviren bir sesi yoktu, hatta sırf sound olarak Saigon Kick'in 80'ler sprey rockçılarından keskin çizgilerle ayrılan bir yanı da yoktu. Ama âleme öyle güzel şarkılar hediye ettiler, vokal de sound da o enfes şarkılarda kendini öyle bir buldu ki, yiyemedim ama yanında çok yattım. Tüm o aynılık içinde inadına farklıydı, özeldi ve en önemlisi zamanının sınırlarını tanımıyordu. The Lizard ve Water'dan sonra ne yaptılar pek bir bilgim yok. 1999 albümleri Bastards sonrası dağıldıkları biliniyor. Bir süredir Flat adıyla yakında tekrar birleşip hortlayacakları dedikodusu dolanıyor.


Hostile Youth, Freedom, Love Is On The Way, Feel The Same Way ve All I Want albümden single olarak çıkanlardı. En hit olan ise yürek yakan akustik balad Love Is On The Way'di. Albüm hakkında beğendiğim en güzel benzetmelerden biri de "Heavy Metal - Beatles armonisinin buluşma noktası" oldu ki, bu benzetmenin ufak kırıntılarını taşıyan şarkılar yanında Miss Jones gibi bu tezi tümüyle doğrulayan bir şarkı da bulunmakta. Beatles kısmını bilemem ama Saigon Kick'in pop duygusu gelişmiş ender heavy metal gruplarından biri olduğu su götürmez. Feel The Same Way, God Of 42nd Street, All Alright bu durumu açıklayabilen parçalar. World Goes Round, Feel The Same Way, Love Is On The Way, The Lizard, Miss Jones ve Body Bags klâsik hard rock bütünlüklerine katık ettikleri vokal ayrıcalıkları ile ayrıca dikkat çeken besteler. Kapanışta Chanel diye sevimli bir pop caz bile var. Ama harika All I Want faktörüne ayrı değinmek gerek. Ölümcül klavye darbeleriyle coşkusunu, tutkusunu katıksız iletebilen aşmış bir pop rock rüyâsı adeta. Rock yanının fazlaca törpülenmiş olması onun popüler formatta bir epiğe dönüşmesini engellemiyor. Gerçi bu aşmışlık, 1992 düşünüldüğünde The Lizard'ın her yerine sinmiş görünüyor. Bu şarap dudağa bir kez değdi mi iflah olmuyor bu gönül.

1. Cruelty
2. Hostile Youth
3. Feel the Same Way
4. Freedom
5. God of 42nd Street
6. My Dog
7. Peppermint Tribe
8. Love Is on the Way
9. The Lizard
10. All Alright
11. Sleep
12. All I Want
13. Body Bags
14. Miss Jones
15. World Goes Round
16. Chanel

20 Aralık 2010 Pazartesi

Jónsi - Go


Dinlediğim her an, kulağıma sanki müzik değilmiş gibi gelir Sigur Rós... Daha çok müziğin nasıl bir mefhum olduğunu, nereden gelip nerelere gittiğini anlatan enstrümantal bir belgeseldir. (Zaten Heima adında hazır çekilmişi de var!) Yarattığı yoğunluk içinde küçücük sesler toplayıp, onları özgün bir bütünlükle sele dönüştürerek atmosfere karıştırır. Kulağın beyinle olan ilişkisi sayesinde salt bir müzikten, sinematografik bir renk âhengine dönüştürür. Kuruluş yılı 1994'ten beri yapmış olduğu 8 kadar albümde inanılması güç ama imkansız olmayan Post-Rock, Dream Pop, Ambient, Electronic tohumlarından ağaçlar, çiçekler, yemyeşil otlar yetiştirmişlerdi. 2008 tarihli son albümleri Með suð í eyrum við spilum endalaust ile efsanelerin yaşayan kontenjanına dahil oldukları iyice teyit edilmişti. İzlanda soğuğu yemiş bir müziğin bu kadar sıcak olabilmesi ne derece mümkündür, buna verilecek sosyolojik ve psikolojik yanıtlar bile Sigur Rós'un hayal aleminin kıyısından geçemeyecek kadar gerçektirler. Sigur Rós gerçek olamaz. Elimizde bir sürü kanıt var.

Çilek reçeli kaşıkladıktan sonra mentollü sigara içmenin yarattığı tuhaf etkilerin, buna benzer daha pekçok tuhaf benzetmelere sebep olacağı Sigur Rós şarkıları duymak bir daha ne zaman mümkün olacak diye beklerken, Nisan ayında grubun gitar, vokal ve keyboard sorumlusu Jónsi'nin Go isimli solosu çıkageldi. 23 Nisan 1975 doğumlu Jón Þór Birgisson, hem İngilizce, hem de ucube İzlanda kelimelerinden olağanüstü şiirler çıkardığı, bunları katıksız hüzün içeren unisex bir vokalle taçlandırdığı ve tabiî Sigur Rós geleneğinden kopmanın o kadar kolay olmadığını kabul ettiği destansı müziği ile gelmiş geçmiş en iyi solo albümlerden birini dünya sınırları içinde yapmış bulunuyor. Hiç bilinmeyen, bilinmesine de gerek olmayan, çılgınlığını sessizliğiyle, fırtınalarını hafif esintilerle yaşayan paha biçilemez, bu yüzden not verilemez bir albümle. Öyle bir gizem ki, gizem içinde gizem sakladığı bile muamma.


Go Do'yu hiç olmadık bir yerde duymuş olabilirsiniz. Hiç olmadık bir yere bile sınırsızlık yüklemeye muktedir oluşuna şaşırmamak gerek. Tıpkı Go Do gibi Animal Arithmetic de cıvıl cıvıl bir İzlanda soğuğunun kalbinden fırlamış, buna rağmen hüzünlü bir arka plâna da sırtını dönmemiş, dönememiş bir şarkı. Bu ikisinden Boy Lilikoi adında bir tane daha var. Kederli bir İskandinav masalının neşeli yanlarını epik bir koyvermeyle kutsamışlar adeta. Ama bu masalın kederli taraflarının da tadı bir başka. Hatta Around Us'ın son iki dakikasından sonra durulmaya başlayan hava, kapanışa yakın Grow Till Tall ile öyle bir zirve yapıyor ki, bu zirvenin bir de kendi içinde zirveye çıkan finali var. O final, hiç bilinmeyen bir dinin ilâhisi sanki. Ama bu sadece son şarkı Hengilás'ın muhteşem ambient dokusunu paha biçilemeyecek bir hazırlık sağlamakta. İkinci defa izlemeye yüreğinizin elvermeyeceği bir İskandinav filminin bitiminde aşağıdan yukarıya akan yazılara bakakalma duygusu, Hengilás'ı tanımlamaya aday benzetmelerden sadece biri.

Masal gibi bir atmosferden çıkıp hayatın rutinlerine bir çırpıda alışmak da zor oluyor. Go bittikten sonra hemen rüyaya yatmak gerek. Çünkü artık sahibinden çıkıp gitmiş şarkılar bunlar. Şarkı falan değiller zaten. Dönüp dolaşıp senin benim şarkım ya da adı her neyse birden ona dönüşüyorlar. Rutinlerde yerleri yok onların. Go ile içine düşürdüğü bu tavşan deliği yetmezmiş gibi Jónsi Kasım ayı sonunda bir de 14 şarkılık Go Live konser albümü çıkardı ki, onu anlatmaya dermanım yok. Çünkü burada söylediklerimin üzerine ekleyebileceğim yeni tarifler bulamıyorum. Ben Go'yu öyle hemen ikinci kez dinleyemiyorum. Bunu bazı başka albümler için de yapamıyorum. O yüzden benim için "başka"lar. İşte bir kelime daha buldum: Başka!

1. Go Do
2. Animal Arithmetic
3. Tornado
4. Boy Lilikoi
5. Sinking Friendships
6. Kolniður
7. Around Us
8. Grow Till Tall
9. Hengilás

16 Aralık 2010 Perşembe

Gogol Bordello - Trans-Continental Hustle


Eugene Hütz adını ilk defa 2005 yapımı sevimli yol filmi Everything is Illuminated'ta oynadığı Alex rolünden sonra duymuştum. Alex, ve tabiî ki Hütz bu güzel filmin en renkli unsuruydu bana göre. Böyle bir durumda kaldığım her zaman olduğu gibi Hürtz hakkında araştırma yaptığımda kendisinin aslında bir gypsy punk müzisyeni olduğu bilgisine ulaşmıştım. "Gypsy Punk!" Başkasını bilmem ama benim kulağıma acayip havalı gelmişti. Duble İsyan! Ukraynalı yazar Nikolai Gogol'dan esinlenen ismiyle Gogol Bordello grubunun lideri olduğunu, filmin öncesinde de üç albüm çıkarmış olduklarını öğrenmiştim. Yani yaklaşık 2006'dan beri Gogol Bordello hayranı bir dinleyiciyim denebilir. Filmden sonra da hız kesmeyen grup, 2007'de Super Taranta! ve nihayet 2010 Nisan'ında da Trans-Continental Hustle ile ortalıkta dolaşmayı sürdürüyor. Ortalıkta kelimesini laf olsun diye söylemedim. Zira grup kurulduğundan beri, hatta Eugene Hütz daha grubu resmen kurmadığında bile dünyada ayak basmadık yer bırakmamıştı.

1972 Kiev/Ukrayna doğumlu Hütz, batının underground müzik kültüründen çok etkilenmiş, bir zamanlar çoğumuzun başvurduğu yöntemlerden biri olan çekme kasetlerle yasal yollardan ulaşamadığı pekçok müziğe ulaşabilmiş. 1986'daki Çernobil nükleer kazasının ardından ailesiyle birlikte Ukrayna'nın batısına tahliye edilmeleri, orada çingene kültürü ve müziği ile tanışması, bu yakınlaşmayı, çok sevdiği punk müziğin ezilmiş, dışlanmış, isyankâr kimliğiyle bağdaştırmaya başlamasıyla Gogol Bordello'nun temelleri de atılmış oluyordu. Hütz 1989'da Ukrayna'dan ayrıldı. Polonya, Macaristan, İtalya ve Avusturya'daki mülteci kamplarında üç yıl geçirdi. Sonra Amerika'ya gidip orada Amerikalı punk gruplarının turlarında yatıp kalktı, çalıp söyledi. Bunları yaparken yanında orijinal Gogol Bordello'yu oluşturan Vlad Solovar (gitar), Sasha Kazatchkoff (akordeon) ve Amerikan baterist Eliot Ferguson da bulunuyordu.

Gogol Bordello'nun öncesinde Hütz ve Kazatchkoff'un geleneksel rus çingene şarkıları çalan Flying Fuck adında bir grup kurmuşlukları vardı. Bu grup, 1998'de Hütz, Kazatchkoff, Solovar ve diğer müzisyenlerin Vermont'taki bir Rus düğününe çağrılmalarıyla Gogol Bordello'ya dönüşmeye başladı. Artık düğünde nasıl coştular, votkayı nasıl su gibi akıttılarsa pek bir kaynaştılar ve müzik işini çok daha ciddi düşünmeye başladılar. Solovar ve Kazatchkoff, Rus akordeonist Yuri Lemeshev, İsrailli saksafoncu Ori Kaplan, soyadına rağmen akrabalıkları bulunmayan gitarist Oren Kaplan ve Amerikalı basçı Rea Mochiach'ı da gruba dahil ederek Gogol Bordello çetesine son halini verdiler. Ori daha sonra gruptan ayrıldı fakat bağlantıyı koparmadığı gibi Hütz ile birlikte 2004'te J.U.F adlı bir proje grup bile kurdu.


Trans-Continental Hustle ile albümleri beşleyen Gogol Bordello, önceki birbirinden güzel dört albümün bana göre en güzeli olan 2005 tarihli Gypsy Punks: Underdog World Strike ile o sıralar beni benden almıştı. 60 Revolutions, Immigrant Punk, Start Wearing Purple ve diğerleri zamansız mekânsız gypsy punk klâsiklerindendir. Zaten gypsy punk dediğimiz şey öyle bakkaldan ekmek bulmaya benzemez. Hatta Rage Against The Machine'in ilk çıktığı zamanlarda duyduğum heyecana benzer bir ruh haline büründürmüştür beni. Belki de hayatımda dinlediğim ilk gypsy punk albümü olduğu için bana bir klâsik gibi gelmiştir. Nasıl gelirse gelsin, fikrim değişmez. Trans-Continental Hustle, grubun 2005 ruhundan hiçbirşey kaybetmediğini dosta düşmana canavar düdüğü gibi bağıran bir albüm. Müziğe en ufak söz edenin alnı bir dönüm olsa üşenmeden karışlanabilir fakat özellikle sözlerdeki bilgelik her geçen albümde biraz daha artıyor sanki. Kendilerini tanımayan, bilmeyenler "punk, gypsy, underdog" gibi gavur kelimelere ve ikinci sınıf kot reklamlarından fırlamış gibi duran fotoğraflarına bakıp sakın aldanmasın. Gogol Bordello asi, deli, sınıf karşıtı, çevreci, barşçı olduğu kadar entellektüel bir grup.

Vokalleriyle, pozitif enerjisiyle ve tutkusuyla baş döndüren Pala Tute, her gelin kızın "düğünümde çalsın" rüyası olası harika bir şarkı ve bir albümü açmak için daha iyisi ancak bir başka Gogol Bordello şarkısı olurdu herhalde. Bir başka tutku dolu şarkı Rebellious Love'da bu kez enerjisini koruyarak daha batılı bir dille, ama özünden kopup gelen detayları bir refleksmiş gibi hissettiren özgünlüğüyle sesleniyor. Gelecekte gypsy punk denen şeyin birkaç marşından biri olacak Immigraniada (We Comin' Rougher), meğer 2010 yılında çıkacakmış. Vakit kaybetmeden bu tarihi ana tanıklık edin, ilerde torunlarınıza anlatırsınız, onlar da size ya aval aval, ya da hayran hayran bakarlar. Hütz'ün şarkıda dediği gibi, "Kafka'nın silinmiş sahneleri" gibi gözyaşartıcı gazlarla çevrelenmiş isyanlara övgü müziği yapıyor Gogol Bordello. "Evrim daha tamamlanmadı" diyen Raise The Knowledge'ın bilgeliği o kadar zamansız ki, tamam belki bildiğimiz ve uluorta dile getirmeye üşendiğimiz şeyler de mevcut. Ama bunları dinamik reggae ritimleri arasından Afrika vokallerinin, çigan kemanının fırladığı, kafası atınca ne yapacağı belli olmayan Hütz vokalinin sürüklediği bir şarkıda duymak büyük bir keyif.

Albümün isim şarkısı müthiş Trans-Continental Hustle ile Bob Marley ve Joe Strummer'a selamlarını saygılarını kafiyesine uyduran, çok güzel bir de finali bulunan Uma Menina ile "she she she told me"lerini beynime ve kalbime kazıyan Hütz, mülteci kamplarında kaybettiği dostlarını, kendisine aşkın isyankârlığını unutturmayan kadınları, biber gazı yediği günleri, dışlandığı sistemi hâlâ unutmamış. Unutmasın da! Olağanüstü sesiyle şarkıların aklını çıkaran, onlara başka bir akıl takan, punk olduğu kadar aklına fikrine gönlüne de sahip çıkan dünya tatlısı bir çılgın. Çığlıkları, tükürük saçan şiveli İngilizcesi, kulağa anlamsız, şarkının ritmine anlamlı gelen çıkışları, konser için gittiği heryerdeki çingene, roman, evsiz ve esnafla içli dışlı olmayı seven bizim mahallenin çocuğu. Yol filmi gibi bir adam. Kafaları ve kalpleri açan bir müziğin öz evladı.

1. Pala Tute
2. My Companjera
3. Sun Is on My Side
4. Rebellious Love
5. Immigraniada (We Comin' Rougher)
6. When Universes Collide
7. Uma Menina
8. Raise the Knowledge
9. Last One Goes the Hope
10. To Rise Above
11. In the Meantime in Pernambuco
12. Break the Spell
13. Trans-Continental Hustle

10 Aralık 2010 Cuma

Funkshone - Shining


Müzisyen, DJ, yapımcı Mike Bandoni ve yine müzisyen/yapımcı Nino Auricchio tarafından 2006'da kurulmuş İngiliz grup Funkshone, daha kurulalı şu kadar olmuşken ve henüz ilk albümü Shining'i 2008 yılında çıkarmışken bazı otoritelerce şimdiden kült adayı bile gösterilmekte. Shining'e gelmeden önce bir sürü single ve bunların toplanıp el altından eşe dosta dağıtıldığı CD'lerle kendi civarında müthiş bir underground PR gerçekleştirmiş adeta. Yerel konserler de ortalığı iyice ateşe verince, Bandoni'nin şöhreti sayesinde Funkshone sounduna hasta olan DJ camiasından insanlar ve çeşitli İngiliz funk firmaları grubun yoluna paspas olmuşlar. Sonunda Skyline Recordings, grubu kafalayıp kendine bağlamış ve bizim gibi kendilerini canlı izleme fırsatı bulamayan müzikseverlere albüm yoluyla ulaşma şansı doğmuş. Funkshone'u dinleyebilmek hakikaten bir şans. Zira o kadar anlattık ama muhtemelen bu grubu İngiltere dışında tanıyan çok fazla insan yoktur. Bir hafta öncesine kadar ben de tanımıyordum. Bu yazıyı görene kadar başkaları da tanımıyordur. Şayet öyleyse "ben funk müzik severim" diyen için geç bile kalınmış bir deneyim Funkshone...

Daha ilk albümden, hatta ortada albüm malbüm yokken bile bu kadar olay yaratan bir ekibin bir modern funk klâsiği ortaya koymuş olabileceğini, fakat günümüzde herhangi bir tür sınırlarında klâsik çıkarmanın ne kadar hayal haline geldiğini düşünüyordum. Oysa Funkshone resmen bir funk klâsiği koymuş sofraya. Demek ki isteyince oluyormuş. Peki funk klâsiği nedir, kaça ayrılır, nereden, kaça alınır? Bu soruların cevapları altında bir tarih yatar. O yüzden o tarihin en yakınlarında yatan isimlerden biri olan Funkshone, 70'lerin funk gurularını hatmetmiş bir profesyonellikle daha modern açıklamalar getirecektir zihinlere. Çekirdeğe sadık kalmak suretiyle kafasına göre doğaçlamaları, atalarına saygıda kusur etmeyen çağdaş vizyonu ve ağızları bir karış açık bırakabilecek groove kimliğiyle karizması zirvede bir grup. Öyle bir müzik ki, bu türe yabancı veya arası belli isimler dışında pek iyi olmayan kimseler için Shining gibi harika bir albüm bile bir süre sonra tekdüze ritimlerden oluşan sıkıcı bir etikete maruz kalabilir. Örneğin daha şimdiden eli tutulmayan bazı funk otoritelerinin deep funk klâsikleri arasında gösterdiği yaklaşık 8 dakikalık Purifications P1/2 bile bu etiketlenmeden nasibini alabilir.


İsminin hakkını veren kısa Let The Drums Speak ile başlayan Shining, davulun yine alttan alta gemiyi nasıl rotaya soktuğunu gösteren bir parça. Zaten iyi bir davulcun yoksa hiç funk grubu kurmayla falan uğraşmayacaksın. Artık zaman ne kadar çabuk geçtiyse, dayanamayıp Run For It'e kadar gelince "kim bu davulu çalmayı deli bir şova dönüştüren insan evladı" diye bakmak geldi aklıma. Meğer davulu Mike Bandoni bizzat çalıyormuş. Diğer kurucu Nino Auricchio da keyboardlardan sorumlu ki, hemen ardından gelen Stop The Bus'ta müthiş bir düet yapıyor ikili. Son hali 9 kişiden oluşan grup, enstrümantaller dışında The Raw, Droppin, Wired ve Deeper Love şarkılarında Jaelee Small'ın siyah, kişilikli ve seksi vokalinden en iyi şekilde faydalanıyorlar. Bunlardan şimdilik Deeper Love benim için öne çıkar gibi görünse de, bu öne çıkma meselesini söyledim diye diğerlerini aldatmış gibi hissettim sanki. The Strut, Panama ve özellikle saksafonun iyice sinsileştiği It All Comes Back To This, arabayla San Fransisco Sokaklarında aynasızlardan kaçıyormuş duygusu yaratıyor bünyede.

Funkshone'a yılın funk olayı demek isterdim ama muhtemelen 2008'in funk olayı kendileriydi. Neyse ki yakında stüdyodan çıkacaklarmış. Hemen hemen aynı sıralarda ilk kez duyduğum İsrailli Funk'n'stein ve "İspanya'nın Red Hot Chili Peppers'ı" gibi medyatik bir gaza sahip O'funk'illo'nun funk anlayışları bile Funkshone'un yanında Susam Sokağı kalmakta. Öyle ismine "funk" türetmeleri koymakla bu iş olmuyor her zaman. Belki de daha neler döndüğünü anlamayacak birer çocuk oldukları sıralarda ortaya çıkmış bir müziği çok iyi çalışmış, büyüyünce de Shining'i yapmış Bandoni, Auricchio ve saz arkadaşları, ter damlalarını bile hissettirecek ölçüde müzik tutkusuyla çalmaktalar. Emeğe dayalı, enerjiden güç alan, bunu başka bir enerjiye dönüştürüp ruh katarak kendi sistemine dahil eden çok basit bir mesajla. Ne mi? Funk You!

1. Let The Drums Speak
2. The Raw
3. Deeper Love
4. Purifications P1/2
5. Droppin
6. Run For It
7. Stop The Bus
8. The Strut
9. Wired
10. Panama
11. Hotwheels (The Chase)
12. It All Comes Back To This

5 Aralık 2010 Pazar

Live - Throwing Copper


The Gracious Few'in öncesinden söz ederken iştahım kabardı ve oturup yere göğe sığdıramadığım Live harikası Throwing Copper'ı bilmem kaç yüzüncü kez yeniden dinledim. Bu albümü dinlerken başka şeylerle uğraşmamak gerektiğini yıllar önce çoktan anlamıştım. Değişen birşey yok. Kirli bir masalı andıran ilk şarkı The Dam At Otter Creek dönmeye başladığında yine hayattan koptum. Şimdi The Gracious Few için ter döken gitar-bas-davul üçlüsünün müthiş enerjisi, Ed Kowalczyk'in Eddie Vedder-Michael Stipe karması mucize vokaliyle 4 elementi biraraya getiriyor, rock tarihine altın harflerle yazılası şarkılarla 5. element olan rock ruhuna ulaşılıyor. 90'larda bir gece tesadüfen MTV'de klibine denk geldiğim Selling The Drama'yı izlediğimden beri Live bende bir adeta bir tutkuya dönüştü. Ona ait her notaya, her şarkıya, her albüme balıklama atladım. Şimdilerde o atladıklarımdan pek memnun kalmasam da, zamanında yaşadığım memnuniyetler beni fazlasıyla doyurmuş olacak ki, bu memnuniyetsizlikleri artık pek kafaya takmıyorum.

Vahşi enerjisini tedirgin bir sakinlikle vücuda getirmiş Selling The Drama'nın aklımı başımdan alması, buzdağının sadece görünen yüzüymüş meğer. Albümü ilk ne zaman aldım ve dinledim hatırlamıyorum. Ama hayatımın vazgeçilmezleri arasına girmesi fazla zaman almadı ve her dinlediğimde bana yaşattığı duyguları özdeşleştirebileceğim benzetmeler ya sevdiğiniz yemeklerle dolu bir sofradan kalkmak, kendini adamış biçimde orgazm olmak veya herşeyden arınmış olarak denize bakmak gibi daha birçok şekile bürünecektir. İlk dinlemeye başladığımız dönemde herşeye, herşeyimize direk etki etmiş buna benzer albümlerdeki "sanat" algımızın sınanması söz konusudur bazen. Kimi zaman Shakespeare liriklerini andıran Live şarkı sözlerinin bu rock dokusundaki yansımaları heyecan vericidir. İçinde kentsoylu klişeleri de barındırmasına rağmen üstelik. "Yürü git orospu çocuğu" (Stage) ile "bizi sadece sevgi kurtarabilir" (I Alone) arası klişelerin içine serpiştirilmiş akla gelmeyecek şiirsellikte dokunuşlardır bunlar.


İskoç ressam Peter Howson'ın Sisters Of Mercy tablosunu albüm kapağı yapan Live, Throwing Copper'daki şarkıları da bir tablo estetiğiyle işlemiş, onlara mainstream gibi görünen yüzeylerinden çok daha derin anlamlar yüklemiş bir gruptu. Hangi şarkıyı ele alırsanız alın, alışıldık güzergâhlarda ilerlerken bir anda kendi bünyesinde başka birşeye dönüştüğünü görebilirdiniz. Rotası ve gidilecek yeri belli bir uzun yolda ilerlerken aniden fikir değiştirip bir köye, bir su kenarına, bir salaş lokantaya, bir tarihi mekâna uğramaya benziyordu bu şarkılar. Lightning Crashes acıtıyor, Shit Towne coşkuyla ağız dolusu sövdürüyor, I Alone bir süper kahraman gibi hissettiriyor, Stage azdırıyor, Waitress kafalarda harika bir kısa film çekiyor, Pilar Of Davidson en iyi dediğiniz Aerosmith slowuna bile ayar veriyor. Progressive pop rock demekten hiç korkmayacağım White, Discussion ve bir ara içine The Cure'un müzikal yoğunluğunun ritmik 70'ler blues zıpırlıklarıyla buluştuğu tuhaf bir duygunun kaçtığını hissettiğim Top'ın albüm içindeki bu duruşları 90'lara hiç de fazla değildi aslında. İki-üç-beş benzemez şarkı yapıp, bu benzemezliği göze batırmama profesyonelliği işte böyle birşey.

Dinleyen sıfatıyla kendi Live tarihimi yazsam bizim köye yol olur. Geleneksel biçimde Throwing Copper sonrası yaptığım geri dönüşte beni eşikte bekleyen debut Mental Jewelery'yi fazla "normal" bulsam da, Throwing Copper sonrasındaki yaptıkları Secret Samadhi ve The Distance To Here albümleri de gözümde 90'ların efsanelerindendir. Ayrı ayrı başlıklarda satırlar dolusu yorumlanmayı hak ederler. Grupta milenyumla başlayan düşüşün Ed Kowalczyk'in solo yapma sevdası yüzünden ayrılıkla sonuçlandığını söylemiştik. Throwing Copper'ı yapmış bir grubun düşüş veya ayrılık gibi kelimlerle yanyana anıldığını 90'larda duysam gülerdim. Albümün sonuna "hidden track diye koydukları Horse bile ortalama bir grubun albümünde en güvendiği şarkılardan biri olabilir rahatlıkla. Ama şimdilerde Ed KowalczykAlone diye kötü bir albüm yapıyor ve o kadar şaşırmıyoruz. Bir grup veya şarkıcının müzik hayatlarında Throwing Copper, OK Computer, Beaucoup Fish, Ten, Nevermind, Mezzanine vb. (hepsi de 90'lar sınırında tabiî!) gibi albümler yapmasının dezavantajlı bir yönü de var: Çıtayı öyle bir yükseltiyorsunuz ki, değil feriştahı, bizzat kendiniz bile onu aşamıyor. Throwing Copper da yaklaşık 20 yıllık Live tarihinde aşılamaz, öngörülemez, grileşemez bir yere sahiptir. Bir rock epiğidir. Tek başına bir şarkıdır kimsenin söylemeyi göze alamadığı...

1. The Dam at Otter Creek
2. Sellling The Drama
3. I Alone
4. Iris
5. Lightning Crashes
6. Top
7. All Over You
8. Shit Towne
9. T.B.D.
10. Stage
11. Waitress
12. Pillar of Davidson
13. White, Discussion
14. Horse

3 Aralık 2010 Cuma

The Gracious Few - The Gracious Few


90'lar rock müziğini iyi hatırlamamızda etkili iki grup olan Live ve Candlebox dağılmış durumdalar. Candlebox'ın dağıldığını duymuştum da, bir hayran olarak üzülerek can çekişmesine tanık olduğum Live'ın artık aramızda olmaması kötü bir durum. Candlebox'ı sadece kendi isimlerini taşıyan 1993 yılı yapımı debut albümlerinden tanıyorum. Bu albüm hakkında olumsuz düşünmem ama ondan sonrasını bilmediğime göre üzerimde merak edilecek kadar etki bırakmamışlar anlaşılan. Bir rock başyapıtı olan 1994 tarihli ikinci albümleri Throwing Copper'dan beri düzenli şekilde takip ettiğim Live, ne zaman 2000'lere girdi, orada teklemeye, kalıbına yakışmayan pop rock şarkılardan medet ummaya başladı. Zamana oynayan bir kaleci gibi bitse de gitsek havasındaki Songs From Black Mountain'ın ardından grup benim için çoktan dağılmıştı. 90'ların en karizmatik vokallerinden biri olan Live solisti Ed Kowalczyk'in, Haziran 2010'da çıkan solo albümü Alive ise Songs From Black Mountain'dan bile kötü olunca Live'ın ömrünü çoktan tamamladığı kayıtlarla belgelenmiş oldu. Kowalczyk'in grubu bırakmasının sebeplerinden biri olan bu üfürükten solo neyse ki Live adının hafızamdaki kaya gibi sağlam nostaljisine zarar veremeyecek kadar cılız bir hadise olarak kaldı.

Live sadece Kowalczyk'den ibaret değildi mutlaka. Chad Gracey (davul), Patrick Dahlheimer (bas) ve Chad Taylor (gitar) oturup ağlamadılar ve birbirlerinden kopmadılar. Ama artık Live adıyla devam edemeyecekleri gibi sağlıklı bir karar alarak benzer şekilde zamanını doldurmuş Candlebox grubundan arkadaş oldukları Kevin Martin (vokal) ve Sean Hennesy (gitar) ile birlikte The Gracious Few'i kurdular. Live altyapısı ile Candlebox vokalinin buluşması, 90'lar post grunge rüzgârını yeniden estirebilecek miydi? 14 Eylül'de piyasaya çıkan 13 şarkılık debut, bu mühim birleşmenin bana göre tüm pozitif ve negatif yönlerini gözler önüne seren bir albüm. Her iki gruptan da izler taşıması doğal karşılansa da, az biraz farklılıklar sezmek isterdim kendi adıma. Bunları sezemediğim gibi, albümün neredeyse yarısını oldukça yavan buldum diyebilirim. Müzikal anlamda Live üçlüsünün ve Kevin Martin'in etkili vokalinin bir kimya uyuşmazlığı yaşadığı kesinlikle söylenemez. Fakat ortada özellikle kaliteli bir gruptan klaslarına yakışacak, benim gibi mahallenin eski çocuklarının yüzünü güldürecek şarkılar yazmada birtakım sorunları olduğunu düşündüm. Neticede bu adamlar acemi değiller. Ben de bir dinleyici olarak Throwing Copper bekleyecek kadar acemi ve görgüsüz değilim. Yine de bu iltihaktan daha güçlü bir ilk albüm çıkmasını dilerdim.


Aslında daha ilk şarkı Appetite ile taş üstünde taş bırakmayacağı yönünde sinyaller veren, Kevin Martin'in sadece bu şarkıya özel AC/DC solisti Brian Johnson'ı fazlaca andıran vokaliyle beyin kıvrımlarına süzülen The Gracious Few, 5. şarkı The Rest Of You'ya kadar bu çizgiyi geçemediği gibi, sık sık gerisine bile düşüyor. The Rest Of You ise hiç olmazsa tutkulu bir radyo dostu olmayı becerebilmiş bir parça. Hemen peşinden gelen Crying Time ise albümün en iyilerinden biri ve Throwing Copper'a olmasa bile, yine müptelası olduğum Live albümleri Secret Samadhi veya The Distance To Here'a yakışacak türde olgun bir beste. Kezâ, Silly Thing de bu bir önceki cümlemden nasiplenmesi gereken daha tempolu bir şarkı. Şarkılarda Live tipi giriş-gelişme-sonuç ve melodik sıçramalarına rastlamamız kadar, ilk şarkıda sanki Brian Johnson taklidi yapan Martin'in Kowalczyk benzerliği de dikkatlerden kaçacak gibi değil. Buna öykünme demek de doğru değil. Zaten şarkının karakterine göre ses örgüleri birbirine yakın sayılabilir. Martin'in kendi sesi, bu etkinin altından kalkmasını da bilen bir yapıda. Buna rağmen sıkıcı Candlebox hareketliliği yaşayan Closer ve sıkıcı Candlebox baladı yaşatan What's Wrong gibi şarkılar da bir yere kadar çekiliyor artık.

Albüm boyunca sürekli gidip geldiğim için bir süre sonra gruptan albüm istikrarı beklemeyi de bıraktım. Mesela bu Candlebox sıkıcılıklarından sonra çalmaya başlayan Tredecim kulağıma hiç de fena gelmedi. Martin başta olmak üzere grubun çok modern bir görünüm aldığı Nothing But Love ile olgun bir gizem atmosferi, Sing ile de kendini öylece rock müziğin kucağına bırakmışlık yaratıyorlar. Ama sanki biraz fazla uzunlar. The Gracious Few kötü bir albüm değil, The Gracious Few ise asla kötü bir grup değil. Yılların tecrübesini ceplerinde taşıyan beş kişinin ilk albümünden çok şeyler bekliyor olmanın verdiği bir "halden anlamama" durumu ile açıklanabilecek The Gracious Few tatminsizliğim beni bağlayan bir durum. Yoksa The Gracious Few bir defa da olsa mutlaka içinden geçilmesi gereken bir albüm.

1. Appetite
2. Honest Man
3. Guilty Fever
4. The Few
5. The Rest of You
6. Crying Time
7. Silly Thing
8. Closer
9. What's Wrong
10. Tredecim
11. Nothing But Love
12. Sing
13. All I Hear