9 Ocak 2010 Cumartesi

The Blue Violets - The Blue Violets


The Blue Violets, Kanada müzik ikliminden çıkan taş gibi üç kızdan kurulu yeni bir grup. Yanlış anlaşılmasın. Bu cümle -her ne kadar müsait olsalar da- ne fiziksel görünümlerine laubali bir gönderme, ne de stoner rock yaptıklarına dair bir kelime oyunu. Evet, rock yapıyorlar. Ama yazdıkları şarkılarla, yaptıkları müzikle, tutkulu karakterleriyle taş gibi bir grup. Kendi adını taşıyan debut klişesine karşın, aslında bu kızlar müziğe ve müzik arenasına hiç de yabancı değiller. Coral Osborne (vokal) ve Kandle Osborne (gitar) kardeşler, teenage yıllarını müzisyen babaları Neil Osborne’un stüdyo mesailerinde ve turlarında geçirmişler. Neil Osborne ise 80’lerden beri müzik yapan Kanadalı alternative rock grubu 54-40 ile ikon olmuş bir adam. Babalarından öğrenmedik şey bırakmayan iki kardeş, yanlarına yine yerel popülerliğe sahip Lillix grubundan Louise Burns’ü almışlar ki kendisini Vencouver müzik piyasasında kime sorsanız tanırmış. Böylelikle The Blue Violets albüm yapma kıvamına gelmiş.

Bu kez albümün başlangıcından değil, bitişinden sonra hissettiklerimi anlatacağım. The Blue Violets gerçekten çok özel bir grup. İlk albümleri de kusur bulunamayacak, varsa bile görünemeyecek kadar karakter sahibi. Sık sık güney rock’a çalan, hiçbir enstrumana abanmayan, ama dinlerken de adamı mayıştırmayan müzikleri o kadar güzel ki, birisi bana ilk elden bu albümü önermiş olsaydı müzik zevkine tapardım. Köklerine bağlı, şimdiki zamanına hâkim, geleceğe kucak dolusu ümit veren bir müzik bu. Osborne kardeşlerin yazdığı şarkılar müzikal olgunlukları kadar, genç kız naifliğinin duygusal getirilerini inkâr etmeyen ve o getirileri yetişkin tutkulara ustalıkla yediren lirikleriyle de dikkat çekiyor. Mesela albümün son şarkısı The Trance için, özellikle müzik yönünden kesinlikle ilk albümünü çıkarmış genç bir grubun işi değil diye düşünüyor insan. (O insan benim!)


Coral’ın vokali ise ayrı bir fenomen. Benim gibi artık The Blue Violets müziğine kulakları kör ölmüş bir fani için boğazını temizlese bile şiir gibi gelecek bu vokal aslında hiç de özel değil. Karşınızda Aretha Franklin, Edith Piaf veya Stevie Nicks falan yok. Fakat dinginliğiyle bu kadar içli, duygusallığıyla bu kadar coşkulu, bitkinliğiyle bu kadar canlı bir sese öyle parmağınızı şıklatınca rastlamıyorsunuz. Birilerine benzetme meraklısı insanlara dinletseniz belki size ayaküstü 8-10 kişi sayarlar. Oysa bu özgün müzikal yapısı içinde onun sesi sadece Coral Osborne’un sesi gibi geliyor kulağıma. Yapılan müziğe bu kadar mükemmel eşlik eden bir vokal için daha bir araba dolusu laf ederdim. Sürmesi terden ve gözyaşından akmış bir vokal desem bana yeter. O tere ve gözyaşına rağmen mağrurluğundan ödün vermemeye çalışan bir kırılganlığa da sahip olduğunu eklemek boynumun borcudur ayrıca.

Bütünüyle en kısa ve bilinç akışına teslim olmuş bir yorumla The Blue Violets bana Roy Orbison, Ennio Morricone, Nico, Emily Bronte, Frances Farmer, Marianne Faithfull, Thelma & Louise, Tom Waits ve birkaç düzine daha ilgili-ilgisiz çağrışımlar yapan, hepsinden biraz alıp, hepsine biraz benzediği halde, benzersiz bir kimya yaratan kudrette bir müzik sundu. Albino, Sam, Diet, Sad On Me, Desire, ya da en kestirmeden albümün tamamı bilincime akışkanlık kazandıran işte o akmış makyajların eseri. Albümü ilk duyduğumda benim için yılın albümü olacağından haberim yoktu. Hatta bir debutu yılın albümü olarak ilân edeceğim de aklıma gelmezdi. Ne zaman ki dinledikçe onu evde, dışarıda, üzüntüde, mutlulukta özler hale geldim, o zaman her şeyimle ona teslim oldum. Bu albüm bana o kadar çok şey söyledi ki, ben bile inanamadım. Demek ki uzunca bir süredir Coral’ın Albino’da söylediği gibi yaşamışım: “Yalnızlık benim tek erdemim. Çünkü ben taştan yapıldım!” The Blue Violets bundan memnun olmanın da bir erdem olabileceğini öğretti bana.

1. You Said
2. Desire
3. Sam
4. Lay Down
5. Albino
6. Anorexic
7. Sad On Me
8. Busker
9. Fire
10. Diet
11. Gonna Getcha
12. The Trance

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder