14 Nisan 2013 Pazar

Heaven Shall Burn - Veto


1996 Saalfeld / Thüringen / Almanya doğumlu melodik death metal grubu Heaven Shall Burn, 7. stüdyo albümleri Veto ile üç yıl aradan sonra geri dönüyor. Aslında albümden önce Louvre'dan fırlamış gibi duran (belki de fırlamıştır, zira Louvre'u gezmediğim için bilemeyeceğim) muhteşem albüm kapağıyla ortamı ısıtmıştı. Grubun sadece bir önceki albümü Invictus'u dinlemiş ve pek beğenmemiştim. Ama her ne kadar bu işin fanatikleri tarafından çok özel bir albüm gibi görünmese, hatta bazılarına göre fazla hazıra konmuş eleştirilerine maruz kalsa da Veto bence gerçek bir melodik death ve metalcore cümbüşü. Bu tür ile çok fazla düşüp kalkmadığımdan mıdır, bir grup hakkında bu tip hazıra konma, taklit, aşırma, üfürme eleştirilerini kavramakta güçlük çekiyorum. Zaten hepsi birbirine benziyor dersem dayağı hakederim. Fakat türü ne olursa olsun, benzerlerinden ayrılan veya iyi niyetle bu ayırımda bulunmaya yeltenen gruplar bir şekilde bu farklılıklarını ve niyetlerini belli ediyorlar. Heaven Shall Burn de sertlikten progressive zeka pırıltıları bulup çıkaran ve onları etrafa saçan tecrübeli gruplardan biri.

Irkçılık karşıtı, sosyal adalet yanlısı, vejeteryan ve vegan üyelerden oluşan Heaven Shall Burn, iyi yazılmış liriklerinde bu özelliklerini görkemli müziklerine katık ediyor. Veto boşu olmayan bir albüm. Harika bir giriş yaptıkları Godiva, devamında bilincini kaybetmemiş hırçınlıklarını tam gaz sürdürdükleri Land Of The Upright Ones ve Die Stürme rufen Dich, çılgın bir epik metal olan Hunters Will Be Hunted, power'dan speed'e ne varsa sergileyen, bir yandan da tüyleri dikleştiren marşımsı coşkun vokalleriyle dikkat çeken Valhalla albümün kalite çıtasını sürekli yükselten örnekler. Finale yaklaşırken iyice yükselen grup, Like Gods Among Mortals ve 53 Nations ile artık neredeyse balkondan atlatıp iki ayak üstüne düşürecekmiş gibi dinleyicisini dolduruyor. Final yaptıkları Beyond Redemption ile de melodik yanlarının hakkını yine sert yapılarını fazla dışlamadan veriyorlar.

Antigone (2004) ve Deaf To Our Prayers (2006) albümleriyle ilgili de daha dinlemeden çok iyi eleştiriler okudum. Bu tip albümler için şöyle bir kriterim var: Dinledikten sonra bana yorgunluk değil enerji verdiğini hissedersem o albümü sevmişim demektir. Zira içinde "death" kelimesi geçen türlere ait albümlerle olan beraberliğim genelde tek gecelik ilişkilere benziyor. Uzun süreli beraberlik yaşadığım death albümleri hemen koruma altına alıyorum. Çünkü onların eğitici yanları çok fazla oluyor ve o eğitime ihtiyacım olduğunu hissediyorum. Sert, hırpalayıcı, bazen yıkıcı, ama tüm bunların perde arkasında aslında tedirgin eden bir gerçekliğin kucaklayıcı etkisi. Bu kucaklama öyle laf olsun diye değil, kucakladığı kişiye vermek istediği enerjiyi vermeye kararlı kutsal bir amaç taşıyan türden. Veto kesinlikle onlardan biri. Ve kesinlikle yılın en iyi albümlerinden biri.

1. Godiva
2. Land of the Upright Ones
3. Die Stürme rufen Dich
4. Fallen
5. Hunters Will Be Hunted
6. You Will Be Godless
7. Valhalla
8. Antagonized
9. Like Gods Among Mortals
10. 53 Nations
11. Beyond Redemption

8 Nisan 2013 Pazartesi

The Grapes Of Wrath - High Road


The Grapes Of Wrath 1983'te kurulmuş, bu süre içinde dört albüm yapmış, 1992'de dağılmış, sonra bir albüm için tekrar biraraya gelip tekrar dağılmış, 2009'da yine toplanmış, 2013'te de High Road albümlerini çıkarmış Kanadalı bir indie / jangle pop grubu. Chris Hooper, Tom Hooper ve Kevin Kane grubu ilk kurduklarında bir film rehberinde gördükleri 1940 yapımı The Grapes Of Wrath filmini grup ismi olarak düşünmüşler. O sıralarda hiçbiri ne filmi izlemiş, ne de filmin uyarlandığı kitabı okumuş. Bu kadar çok dağılıp birleşmekten yalama olmuş sanılmasınlar. High Road albümü çok diri, taptaze ve arzulu şarkılar taşıyor. Yılların tecrübesini genç bir grup edasıyla yansıtmaları da ayrı bir cazibe oluşturuyor. Genelde jangle pop tanımına mesafeliyimdir. Bu tür müzik yapan ve indie camiada yere göğe sığdırılamayan birtakım örneklerin de fazla abartıldığını düşünürüm. Ama The Grapes Of Wrath cıngıl olayını aşmış, onu sağlam bir alternatif olarak indie pop ve indie rock karışımına dönüştürmüş. Üstelik bu anlayışına sıkı sıkıya bağlı kalmaktan kaçınıp ara sıra kendine yakın türlerle flört de etmiş.

High Road'un en beğendiğim parçaları ilk etapta Good To See You, Mexico, None Too Soon, Isn't There ve Paint You Blue oldu. Sonraki etaplarda bu şarkılardaki yoğunluğu daha da sindirdim. Üstüne yaz mevsiminin habercisi misali şık bir synth pop - indie pop karışımı Picnic'i ve şahane bir dream pop - shoegaze karışımı Waiting To Fly'ı ekledim. Bununla kalmayıp grubun önceki beş albümünü de bir şekilde dinlemeyi kafama koydum. Zira 80'lerden bu yana grubun hiç duymadığım Now and Then gibi çok övülen bir albümü, nasıl olduklarını merak ettiğim Backward Town, O Lucky Man, Peace Of Mind, All The Things I Wasn't, A Fishing Tale, I Am Here, You May Be Right gibi beğenilen daha bir dolu single'ı mevcut. Good To See You ve Mexico'yu dinledikçe onlara da bir an önce kulak kabartmak istiyorum. Rotayı bilip de bu kez geri gitmek bazen çok heyecanlı oluyor.

1. Good to See You
2. Isn't There
3. Mexico
4. Paint You Blue
5. I'm Lost (I Miss You)
6. Take on the Day
7. Broken
8. Make It OK
9. Picnic
10. None Too Soon
11. Waiting to Fly
12. Sad Melodies

6 Nisan 2013 Cumartesi

Gin Wigmore - Gravel & Wine


1986 Auckland, Yeni Zelanda doğumlu Virginia "Gin" Claire Wigmore, ilk şarkısı Angelfire'ı henüz 14 yaşında yazmış başarılı bir şarkıcı/besteci. Tam müzik kariyeri başlayacakken babasını kanserden kaybetmesiyle Arjantin'e eğitim için giden Wigmore, bir süre sonra babasına adadığı Hallelujah şarkısıyla hem Yeni Zelanda'ya, hem de müziğe döndü. Bu şarkıyla Amerikan tabanlı International Songwriting Competition'da büyük ödülü kazandı. Üstelik bu ödülü en genç ve hiçbir şirketle anlaşması olmayan bir müzisyen olarak kazanması yarışmanın tarihinde de bir ilkti. 2008'de Extended Play EP'si sonrasında Holy Smoke (2009) ve Gravel & Wine (2011) adlı iki albümlerini çıkardı. John Mellencamp, Sheryl Crow ve Jimmy Barnes gibi isimlerin turlarının Yeni Zelanda ayağında onlara eşlik etti. Kısacası ortalamanın üstünde bir müzisyenin sahip olması gereken pekçok şeyi özgeçmişine eklemiş biri var karşımızda.

Her ne kadar ilk albümü Holy Smoke'u ortalamanın üstünde bulmamış olsam da, altında da bulmamıştım ilk dinlediğimde. Ama Gravel & Wine'ı kendisinin gerçek bir olgunluk albümü olarak görürüm. O meşhur ortalamanın üstünde olan çok daha önemli birşey var ki yüzü kadar, hatta bence ondan daha güzel olan ses rengi. Gin Wigmore sanki 60'lı yıllarda dünyaya gelmiş bir pop, soul, blues vokalisti adeta. Sanırsınız ki siyah bir soul şarkıcının gırtlağını tüm damar ve hücreleriyle ona nakletmişler. Zamanında Anastacia ve Duffy'ye de benzer bir nakil operasyonunun yapıldığını düşünmüşümdür. Fakat Wigmore'da her ikisinde de olmayan birşeyler var sanki. Bu seste Gravel & Wine şarkılarının hem modern, hem de nostaljik yapıtaşlarını çok güzel idare edebilen, terbiyesi yaradılıştan gelen bir doğallık sözkonusu.


Black Sheep ve Man Like That şarkılarıyla sanki bir değil iki kere zımba gibi açılış yapan Gin Wigmore, Poison ile tutkulu vokalini birazcık daha keskinleştiriyor. Devil In Me ise, Wigmore'un rock yönünü aynı biçimde sivriltiyor. Pop diyorsan, soul diyorsan If Only gibi kalbi kırık bir mezuniyet balosu baladı olmazsa olmaz. Albümün en sağlam şarkılarından biri olan Dirty Love, aksak ritmi, sert soul rock kimliğiyle yıkıp geçiyor. Adına kanarak çılgın bir pop soul veya soul'n roll beklediğim Saturday Smile, kişilikli bir piyano + yaylı slowu olarak albümün dramatik yanını güçlendiriyor. Adının Saturday Smile olmasını beklediğim ve bir cümle önce tanımını yaptığım şarkı Sweet Hell olarak ortaya çıkıyor. Karanlık bir folk bestesi olarak Singin' My Soul, albümün enerjisine pek yakışmıyor gibi görünse de, albümün olgun bünyesine çok da güzel yakışıyor.

Gin Wigmore, Gravel & Wine ile klasik soul derinliklerinden modern indie pop ve rock arasında köprüler kuruyor. Nasıl oluyorsa aynı harika sesle her iki yakaya da oynayabiliyor. O nasıl bir tondur ki insan bir yerden sonra dinlemek değil o sesi yemek ister. Duygusal taraflılığımdan hareketle kuracağım bir cümle olarak Amy Winehouse veya Adele'e gösterilen ilginin onda biri şu kıza gösterilseydi onları ikiye, dörde katlardı demek istiyor ve diyorum. Gerçi Gravel & Wine'ın Amerikan versiyonu 2013'te ancak görücüye çıkabildi. Bu sayede kendisi daha geniş kitlelere ulaşabilecek. Umarım sonuç olumsuz olmaz ve bu durum onun alternatif yanını ucuz piyasa tavizlerine kurban etmez. En azından yeni bir Gin Wigmore albümü için birşeyler hızlanmaya başlar.

1. Black Sheep
2. Man Like That
3. Poison
4. Kill of the Night
5. Devil in Me
6. If Only
7. Dirty Love
8. Happy Ever After
9. Saturday Smile
10. Sweet Hell
11. Singin' My Soul
12. Don't Stop

31 Mart 2013 Pazar

Issız Ada Radyosu Arşivi (Mart 2013)

Tears for Fears - The Seeds of Love
Yıl: 1989 İngiltere
Tür: Synth Pop, Pop/Rock, New Wave, Art Pop
"F" Rate: 9/10
I.A.R. tavsiyesi: "Advice for the Young at Heart"

Von Hertzen Brothers - Nine Lives
Yıl: 2013 Finlandiya
Tür: Progressive Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Flowers and Rust"

Mammoth Mammoth - Volume III Hell's Likely
Yıl: 2012 Avustralya
Tür: Stoner Rock, Hard Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Slacker"

Hurts - Exile
Yıl: 2013 İngiltere
Tür: Synth Pop, Pop, Electropop
"F" Rate: 5/10
I.A.R. tavsiyesi: "Somebody to Die For"

Johnny Marr - The Messenger
Yıl: 2013 İngiltere
Tür: Indie Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Lockdown"

Mötley Crüe - Dr. Feelgood
Yıl: 1989 ABD
Tür: Hard Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Dr. Feelgood"

Confessions of a Dangerous Mind OST
Yıl: 2008 ABD
Tür: Pop Jazz, Pop, Soul
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: Yma Sumac - "Gopher Mambo"
Saez - Miami
Yıl: 2012 Fransa
Tür: Alternative Rock, French Pop
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Le roi"
Slowness - For Those Who Wish to See the Glass Half Full
Yıl: 2013 ABD
Tür: Indie Rock, Shoegaze
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Energy"

İstanbul Blues Kumpanyası - Kökler
Yıl: 1997 Türkiye
Tür: Blues Rock, Folk Pop
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Alleuia"

Rob Zombie - American Made Music to Strip By
Yıl: 1999 ABD
Tür: Industrial Rock, Techno, Electro-Industrial
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Living Dead Girl (Subliminal Seduction Mix)"

Rachid Taha - Zoom
Yıl: 2013 Cezayir
Tür: Pop Raï, Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Voilà Voilà (feat. Brian Eno)"

Whitesnake - Whitesnake
Yıl: 1987 İngiltere
Tür: Hard Rock
"F" Rate: 8/10
I.A.R. tavsiyesi: "Is This Love"

CocknBullKid - Adulthood
Yıl: 2011 İngiltere
Tür: Indie Pop
"F" Rate: 4/10
I.A.R. tavsiyesi: "Mexico"

Caveman - Caveman
Yıl: 2013 ABD
Tür: Indie Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Shut You Down"

Clutch - Transnational Speedway League: Anthems, Anecdotes and Undeniable Truths
Yıl: 1993 ABD
Tür: Hard Rock, Stoner Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "A Shogun Named Marcus"


The Jane Shermans - Popular Music Social Condition
Yıl: 2008 ABD
Tür: Indie Rock, Alternative Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Somebody Lied"

Geezer - Handmade Heavy Blues
Yıl: 2013 ABD
Tür: Blues Rock
"F" Rate: 6/10
I.A.R. tavsiyesi: "Underground"

Five Horse Johnson - Fat Black Pussy Cat
Yıl: 1999 ABD
Tür: Blues Rock, Southern Rock
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Fly Back Home"

Rebel Moves - Kimileri Bir İleri
Yıl: 2013 Türkiye
Tür: Folk Pop, Synth Pop
"F" Rate: 7/10
I.A.R. tavsiyesi: "Kimileri Birileri"

28 Mart 2013 Perşembe

Five Horse Johnson - The No.6 Dance


1995 yılında Toledo / Ohio'da beş sıkı müzisyenin kurduğu Five Horse Johnson'ın biryerlerde rastladığım 1999 tarihli Fat Black Pussy Cat albümünü o kadar beğendim ki, kendilerinin toplam yedi stüdyo albümleri olduğunu öğrendiğimde gerekli hazırlıkları tamamlayıp FHJ diskografisine daldım. Blues For Henry (1996) ile başlayıp The Taking Of Blackheart (2013) ile biten bu ölümcül blues /southern / stoner rock yolculuğu, içinde kütür kütür rock enstantaneleri taşıyan sıkı bir tecrübeydi. Özellikle Fat Black Pussy Cat (1999), The No.6 Dance (2001) ve The Last Men On Earth (2003) üçlüsünü kapsayan dönem içinde ölümcül işler yapmış olduğunu gördüğüm grup, gitarın her türlü taklayı attığı, davul ve bas gitarın fena kapıştığı, aralardan fırlayan harp ataklarının canavar düdüğü misali ortalığı inlettiği müthiş şarkılara imza atmış. Zaten bu işin piri sayılan Clutch ile kanka olmaları bile onlar için fevkalade bir referans.

Bende çok fazla bir etki bırakmayan ilk iki Five Horse Johnson albümünün peşinden gelen söz konusu üç albümle camiadaki yerini kazık çakmak suretiyle sabitledikten sonra son iki albümüyle, özellikle de 2013 tarihli The Taking Of Blackheart ile beni şaşırtan ölçüde vasatlaşmaları iyi olmamış. Belki de bu üç albüm çok çok iyi olduğundan ötekileri vasat göstermiştir. Yerçekimine meydan okuyan o üç albüm arasından neden The No.6 Dance'i seçtiğimi ben de tam olarak bilmiyorum. Sadece burun farkı deyip kaçak güreşmeyi tercih ediyorum. Sert ve dinamik blues yapmak kendilerine ayrı bir yakıştığı için midir, bu sertliği şarkıların aktığı tüm damarlara hakkıyla yaydıkları açıkça duyulan The No.6 Dance, adamların bitmek durmak bilmeyen enerjilerini 11 şarkı boyunca tepemize bindiren muazzam bir albüm.

Sadece Mississippi King, Buzzard Luck, Silver, Lollipop, Swallow The World, Spillin' Fire bile yeterdi. Ama aralara Gods Of Demolition, It Ain't Easy, Hollerin' gibi heavy blues parçalar da serperek kolonları iyice sağlama almışlar. En sona da 14 küsür dakikalık Odella diye heavy'nin de heavy'si (sadece sertlik açısından değil!) koca bir kütle koymuşlar ki çıkış o kadar kolay olmasın. Klasik blues öğelerini biraz sertleştirerek farklı görünmeye çalışan rock gruplarından ayrılan sağlam güney soundu hemen kendini belli ediyor. O sounda sahip çıktığı gibi modern çıtalara çekebilen insanları seven herkes için içinden çıkılmak istenmeyebilecek bir albüm The No.6 Dance... Eric Oblander çok harbi bir vokal. Tıpkı grubun müziği gibi sertliği bünyesinde istikrarı elden bırakmayan, itip kakması gereken itip kakan, sözlerinde samimi olduğunu (dengesini bilen bir çatallıkla) ifade eden bir ses. Lezzetli Five Horse Johnson sofrasının çatalı. The No.6 Dance ise o sofranın kafasını güzelleştiren meylerden biri.

1. Intro
2. Mississippi King
3. Spillin' Fire
4. Silver
5. Gods of Demolition
6. Shine Around
7. It Ain't Easy
8. Hollerin'
9. Lollipop
10. Swallow the World
11. Buzzard Luck
12. Odella

26 Mart 2013 Salı

Romy and Michele's High School Reunion (OST)


"Çocukluk yıllarından başlayan arkadaşlıkları yanında, lise yıllarında da oda arkadaşı olan Romy ve Michelle, Kaliforniya'da yaşayan iki çılgın ruhlu gençtir. Mezun oldukları lisenin onuncu yıl mezuniyet yemeğine katılacak olan bu ikili geriye baktıklarında gururla anlatabilecekleri çok az şeyleri olduğunun geç de olsa farkına varırlar ve eski arkadaşlarına karşı rezil olmamak için kendileri için zengin ve başarılı birer hayat fantazisi geliştirirler." şeklindeki sevimli konusunu kopyala yapıştır yaptığım 1997 tarihli gençlik komedisi Romy and Michele's High School Reunion, vakit öldürmek için boşta bir 90 dakikanız varsa takılabileceğiniz (ki böyle bir lüksü olan insanları deli gibi kıskanırım) türden hafif bir film. Sanırım eskiden rutin bir zapping aktivitesi sırasında TV'de denk gelmiştim. Mira Sorvino ve Lisa Kudrow'un artık bu film bünyesinde ne derece iyi sayılabilirlerse yine de iyi bir ikili olduğu filmin birkaç sene sonra rastladığım müzik albümünü daha fazla severim. Film içinde hangi şarkı nerede, nasıl kullanılmıştı onu bile hatırlamam. Zaten benim için bu albüm filmle birlikte hatırlanması için değil, 80'leri sevgiyle anımsatıp, yüzlere hüzünlü bir gülümseme için konması için gerekli olanlardan.

Nisan 1997'de çıkan 11 şarkılık albümden sonra Ağustos 1997'de More Music From the Motion Picture Romy and Michele's High School Reunion adındaki 12 şarkılık bir devam albümü daha çıkarıldı. Toplam 23 şarkı bir 80'ler mixtape'i olarak görülürse önemli eksiklerin fazlalığı dikkat çekecektir. Ama Venus, Turning Japanese, Karma Chameleon, I Want Candy, Heaven Is A Place On Earth, You Keep Me Hangin' On, Together Forever gibi dönemin marş olmuş şarkılarını birarada bulmak nostalji severlere iyi gelecektir. Onun dışında 80'leri bana en çok hatırlatan iki şarkı olan İngiliz grup Wang Chung klasikleri Everybody Have Fun Tonight ve Dance Hall Days de burada. (Zaten grubu bu iki şarkı dışında duyan bilen varsa beri gelsin.) Öte yandan o zamanlar da sevmediğim, şimdi de sevmediğimi farkettiğim Tiffany ve uyuz şarkısı I Think We're Alone Now da burada. Hani eskiden sevmediğimiz isimleri yıllar sonra 80'ler nostaljisiyle bağrımıza basma psikolojisi vardır ya, (bu konuda A-Ha'ya çok haksızlık etmişliğim vardır mesela) işte o ruh haliyle şu an Rick Astley sevimli geliyor ama Tiffany aradan geçen uzun yıllara rağmen gıcıklığını muhafaza etmeyi başarmış.

Ama albümün en güzel anı, bu filme çok fazla gelen Tears For Fears harikası Everybody Wants To Rule The World kesinlikle. Onu değil bu filme, hiçbir filme layık görmem herhalde. Belki görürüm de şu an öyle bir film aklımda yok diyelim. Zaten o layığını, yani 1985 tarihli Tears For Fears albümü Songs From The Big Chair'ı çoktan bulmuştu. Fakat madem Robert Palmer yapacaktınız niye Addicted To Love değil de Bad Case Of Loving You, ya da madem Howard Jones koyacaktınız da neden What Is Love değil de No One Is To Blame?.. Wang Chung, Bananarama ve Go Go's'dan ikişer şarkı almak güzel de birkaç gereksiz şarkı yerine Tears For Fears ve Belinda Carlisle'dan da birer şarkı daha konsaymış iyiymiş. Onu da siz kafanıza göre koyarsınız artık. Aslında beğendiğim hoş Kudrow - Sorvino ikilisi için filme şöyle bir baksam mı diye düşünmüyor değilim. Ama onlara bakmaktan daha önce bu şarkıları iyi kötü bir film içinde duymak da istiyorum sanırım. Yoksa Thelma ve Louise dururken Romy ve Michele'i kim takar!

Romy and Michele's High School Reunion

1. Go-Go's - Our Lips Are Sealed
2. Bananarama - Venus
3. Naked Eyes - (There's) Always Something There to Remind Me
4. Wang Chung - Dance Hall Days
5. The Vapors - Turning Japanese
6. The Smithereens - Blood and Roses
7. Culture Club - Karma Chameleon
8. Bow Wow Wow - I Want Candy
9. Tears For Fears - Everybody Wants to Rule the World
10. Belinda Carlisle - Heaven Is a Place on Earth
11. Go-Go's - We Got the Beat

More Music From the Motion Picture Romy and Michele's High School Reunion

1. Wang Chung - Everybody Have Fun Tonight
2. Robert Palmer - Bad Case of Loving You
3. Devo - Whip It
4. N-Trance - Stayin' Alive
5. Thomas Dolby - She Blinded Me With Science
6. Bananarama - Cruel Summer
7. Howard Jones - No One Is to Blame
8. Joe Jackson - Steppin' Out
9. Kim Wilde - You Keep Me Hangin' On
10. Tiffany - I Think We're Alone Now
11. La Bouche - Be My Lover
12. Rick Astley - Together Forever

20 Mart 2013 Çarşamba

Devin Townsend Project - Epicloud


Kariyerinde IR8, Punky Brüster, Strapping Young Lad, The Wildhearts gibi gruplara girip çıkmışlığı olan, söz yazarı, besteci, vokalist, gitarist ve yapımcı Devin Garret Townsend, şimdiye kadar bir sürü albüm çıkarmış Kanadalı bir insan. Aslında insan olduğuna dair ciddi şüphelerim var. Zira bu albümlerin önemli bir bölümünü dinlemiş biri olarak kendisinin Alien gibi dünyaya sızmış, birinin rahmini parçalayarak dünyaya geldikten sonra bir şekilde rock müzikle tanışması sonucu içindeki sevgi ve şiddet eğilimlerini insan suretinde bu müziğe dökmeye karar veren bir yaratık olduğunu sanıyorum. Lise yıllarında çeşitli heavy metal gruplarında çalarken 1993 yılında bir plak şirketinin kendisini keşfedip önermesi sonucu Steve Vai'nin Sex & Religion (ki kanımca beş para etmez!) albümüne vokalist olarak atanan Townsend, Vai ile yaptığı bu kayıttan ve çıktığı turdan sonra müzik piyasasından umduğunu bulamayıp 97'den itibaren hem Strapping Young Lad grubuyla, hem de 2002'de kurduğu The Devin Townsend Band ile beraber müzik çalışmalarını götürdü.

2007 yılında ise elinde grup namına ne varsa dağıtıp kendini ailesine adayan kahramanımız, iki yıllık bu uzun aradan sonra sağlam dönüp müthiş bir konsept üzerine çalışmaya başladı: Devin Townsend Project adı altında, her biri farklı türlerde yazılmış tam dört albümlük bir seri... Ki (2009), Addicted (2009), Deconstruction (2011) ve Ghost (2011) adındaki bu dört albüm avant-garde metal'den new age'e uzanan geniş bir yelpazenin halkalarıydılar. Bu dörtlüden en çok tuttuğum Ki'nin progressive rock ile ambient arası gidip gelen kafası, Townsend'in yaldır yaldır geçen geçmişi düşünüldüğünde müthiş bir deneyim olarak kabul edilebilir. Hele de son halka Ghost, tamamı bildiğin ambient ve new age denemelerle dolu bir albümdü. Olayı böylesine Kitaro'ya veya Yanni'ye bağlaması holigan metalcileri pek memnun etmese de benim gözümde her zaman milyonlarca hayranına ağız tadıyla headbang yapma fırsatını tepmiş bir idiot yerine yaptığı plana sadık kalmış bir dahi olmuştır Devin Townsend.


Bu misyonu gururla tamamladıktan sonra Townsend 2011'de bir unplugged, 2012 Temmuz'unda da By A Thread adlı dev bir toplama çıkardı. By A Thread, Kasım 2011'de Townsend'in sadece Ki, Addicted, Deconstruction, Ghost dörtlüsündeki parçaları ve bazı ekstraları içeren ve sadece Londra'daki konserlerden derlenmiş olağanüstü bir konser albümü / DVD'siydi. Bu destansı finalin ardından adam çıkıp "ben bu işi zirvede bırakıyorum" dese, muhtemelen birçok kişi ayağa kalkıp alkışlardı. Ama toplamda 20 stüdyo, üç de konser albümü yapmış birinin kolay vazgeçmesi beklenmemeli. Hele Townsend veya Bonamassa gibi bir soyadı varsa hiç vazgeçmemeli. O da öyle yaptı ve arayı fazla soğutmadan Eylül 2012'de Epicloud'u çıkardı. Herkes dört albüm sonrası başka bir konsepte mi girecek, yoksa bu sefer country müziğe mi soyunacak, sırada ne var falan derken Townsend bana göre gelmiş geçmiş en güzel albümünü yaparak (şimdilik!) kendi zirvesine ulaştı.

Epicloud detansı bir albüm. İçinde bulunduğumuz şu yıllarda 90'lardaki gibi iz bırakan albümler niye gelmiyor sorusuna "işte bazen geliyor" diye cevap verebildiği için inanılmaz. Kabaca rock der geçersiniz. Ancak kabalaşmaya gerek yok ve kazın ayağı öyle değil. Bugüne kadar metal adına progressive, avant-garde, death, heavy, power, alternative, industrial ne varsa müziğine bir şef edasıyla katık eden bu büyük usta, bu defa devasa bir opera sahnesinden ses veren epik bir "senfonik progressive power metal" konseptine mührünü vuruyor. Effervescent! adındaki 43 saniyelik koronun True North'a bağlanışı olağanüstü. O True North ki, Anneke van Giersbergen'in adeta kabustan kendini kurtarmış bir rüyadan "I love you, I need you, I've always been around you" seslenişleriyle açılıyor. Bu sinematik giriş, öyle kolay kolay her filmin belli bir sahnesine yakıştırabileceğiniz türden değil. Belki de ancak Fight Club'ın o meşhur son sahnesi gibi anlara diyeyim, anlayın. Şarkının ilk 1 dakika 20 saniyesine ait bu masalsı "I love you, I need you" sekansı, kalan dakikalarda naifliğini power metal'in güçlü kollarına bırakınca daha girişten ne tür bir albümle karşılaşacağımızın heyecanı kaplıyor içimizi.


Bizzat Townsend tarafından dansı da icat edilmiş Lucky Animals gibi cevval bir boogie metal bile bu rüya + kaos bitimine o kadar güzel monte ediliyor ki, sürmekte olan epik atmosferin Liberation ile önce power punk, Where We Belong ile de progressive rock buluşması daha albümün yarısında birilerini çoktan fethediyor. Save Our Now sanki Def Leppard'ın efsane Hysteria albümünün ruhuna günümüzden göz kırpan bir Devin Townsend bestesi gibi. Kingdom ise yine Townsend genleriyle oynamadan bu kez bir başka efsane olan Ministry albümü ΚΕΦΑΛΗΞΘ (Psalm 69) yörüngesine benzer bir göz kırpmada bulunuyor. Kaşı gözü fazla oynuyor demesinler diye de Divine adlı enfes akustik besteyle ortamı bir anda duru ve berrak bir suya çeviriyor.

Grace ile macera devam ediyor. 1994-2007 arasında saygın metal gruplarından The Gathering'in vokallerini üstlenmiş Hollandalı Anneke van Giersbergen'in meleksi sesi Townsend'in vazgeçemediği unsurlardan biri. Grace'in girişine, daha sonra da sonlarına doğru akustikleşen bölümüne tıpkı True North ve Save Our Now'daki gibi sihirli dokunuşlarla gerçeğe ulaşan bu ses, artık bu operanın "epic finale" yaptığı Angel'da son bir kez daha devreye giriyor. Böylece Epicloud kendi içinde büyüyen, genişleyen, yeri geldiğinde daralan, atına atlayıp savaşan, yatağına girip sevişen, hep bulutlu bir gökyüzü altında yaşayan bir canlıya dönüşüyor. Bazen benim karşılamam, bazen senin vedan, bazen benim korkum, bazen de senin coşkun oluyor. Ama her dinlediğim an eşsiz bir bütünlüğe sahip çıkıyor. Her ne anlatıyorsa insana iliklerine kadar hissettirerek...

1. Effervescent!
2. True North
3. Lucky Animals
4. Liberation
5. Where We Belong
6. Save Our Now
7. Kingdom
8. Divine
9. Grace
10. More!
11. Lessons
12. Hold On
13. Angel

16 Mart 2013 Cumartesi

El Cuero - Victor's Justice


Sanılabileceğinin aksine Meksika ya da İspanya değil, 2005 Oslo / Norveç doğumlu olan El Cuero, Brynjar ve Håvard Takle-Ohr biraderlerin kurup yanlarına arkadaşları olan Øyvind Blomstrøm ile Tommy Reite'yi de aldıkları bir pop rock dörtlüsü. Aslında önceleri indie rock yaparak yola çıkmışlar, iki yıl boyunca çeşitli ufak festivaller, barlar, pavyonlar ve küçük etkinliklerde boy göstermişler. 2007 tarihli debut El Cuero, özellikle ülkesi Norveç'te pamuklara sarılmış. Yine çok beğeni toplayan ama benim dinlediğim ve hiç beğeni toplayamadığım A Glimmer Of Hope (2008) ve henüz duymadığım From Mountains To Sand (2011) ile albümleri üçlemişler. Tam da Victor's Justice vesilesiyle dörtledikleri sırada kendilerine rastladım (zaten A Glimmer Of Hope'u da bu albümden sonra bulup dinledim) ve "acaba kim bu latin uşakları" dedim kendi kendime.

Victor's Justice çok şık bir pop rock albümü. Ne "hard rock yapıyoruz" ayağıyla son kullanma tarihi geçmiş pop rock çalanlara, ne de gitarlara yüklenerek rock yaptığını iddia eden popülist "christian rock" embesillerine benziyorlar. Aslında her iki kanada da yakın görünme tehlikeleri mevcut olduğundan bu benzetmeleri yaptım. Ancak El Cuero bu yanlış anlamalara pabuç bırakmayacak kadar diri ve kendinden emin bir müzik yapıyor. Victor's Justice sırasıyla Stay, Listen To The Radio ve artık nesilleri tükenmesin diye kendisi gibi şarkıları bir klasörde toplayıp gaza gelmeye ihtiyacım olduğu anlarda başvuracağım Angels And Hippies (Dogtown) adındaki üç harika besteyle açılıyor. Devamındaki The Long Road Home ile de aslen hard rock olarak sömürmeye müsait besteleri kendi temkinli tarzlarına biraz da progressive biçimde nasıl dönüştürebildiklerini kanıtlıyorlar. Bu cümleyi The Size Of A Soul'u tanımlamak için de kullanabilirim pekala.


Albümün kapanışındaki Junior In The Driver's Seat (Crocodile) parçasının her yönüyle olgun dramatik görüntüsü ufak tefek değişikliklerle sanki gününde bir Marillion şarkısı dinliyormuş duygusu verirken, radyoların dilinden de anladıklarını kanıtlayan My Dark America gibi şarkılarla adeta bir ip cambazı dengesi sağlıyorlar. Geçmişteki üç albümden sadece birini dinlemiş ve onu da beğenmemiş biri olarak Victor's Justice'ın 2013'ün en iyi albümlerinden biri olduğunu söyleyebilirim kendi adıma. O çok beğenilen albümün A Glimmer Of Hope olduğunu söylemiştim. 5 üzerinden 4 veren ciddi siteler de olduğunu söylememiştim ama. Acaba ben başka birşey mi dinledim şüphesi sarmıştı içimi. Hatta bu duyguya Joachim Trier'ın 2006 yapımı Reprise'ını izledikten sonra da az buçuk kapılmıştım. Her beş kişiden neredeyse dördünün beğendiği, bir grup Oslo zengin çocuğunun ipe sapa gelmez burjuvazi sıkıntılarının film haline gelmiş şekli olan Reprise'ı nasıl vakit kaybı olarak gördüysem, dört Oslo müzisyeninin övgülere boğulan A Glimmer Of Hope albümünü de öyle görmüştüm. İşte Victor's Justice gibi nefis albümler aynı zamanda bazı olumsuzluklara sünger çekip herşeyin düzeleceği (ya da sana göre düzeleceği) yönündeki umutları somutlaştırabildikleri için iyidirler.

1. Stay
2. Listen To The Radio
3. Angels And Hippies (Dogtown)
4. The Long Road Home
5. Deadline In Your Soul
6. Dark America
7. Victor's Justice
8. The Size Of A Soul
9. Junior In The Driver's Seat (Crocodile)

9 Mart 2013 Cumartesi

77 Bombay Street - Oko Town


İsviçreli Buchli kardeşlerin oluşturduğu 77 Bombay Street, Şubat 2011'de çıkardıkları ilk albümleri Up In The Sky'ın ateşi daha sönmeden sürpriz biçimde 2012'nin son günlerinde ikinci albümleri Oko Town'ı çıkardılar. Öyle ki kendi 2012 seçkilerimi yaparken bu albümden hiç haberim olmadı. Haliyle ne yılın albümleri, ne de yılın şarkıları listeme dahil edemedim kendilerini. Oysa Oko Town bence 2012'nin en iyi albümlerinden, açılışta yer alan Follow The Rain ise 2012'nin en iyi şarkılarından biri. Gerçi kendilerini biraz özletmelerini isterdim. Zira Up In The Sky her dinlediğimde bana biraz daha yeni gelen, sanki daha tam tadını çıkaramadığım bir lezzet gibi. Bunun üzerine 14 tane gıcır gıcır 77 Bombay Street şarkısı daha eklenince insan bu lezzetin içini kıymasından, dişlerini kamaştırmasından endişe etmiyor değil.

Up In The Sky'dan söz ederken haklarında ne söylemişsem Oko Town'da ne eksik ne fazla aynı yolda ilerlediklerini gördüm. O güzel albümün üzerine daha ne koyabilirlerdi onu da bilmiyorum. İşte Oko Town ile 14 güzel şarkı daha koymuşlar. Bunda benim açımdan hiçbir sıkıntı yok. Zaten onları bu halde sevmiştim. Şimdi bu sevgiyi pekiştirmek için 14 şarkı daha eklendi. Hiç de öyle iç kıyması, diş kamaşması da yaşamadım. Herşey olması gerektiği gibi doğal, olgun, akıcı, hisli ve aynı zamanda neşeliydi yine. Dört kardeşin birden fazla lead vokale geçtiği şarkılar tıpkı ilk albümdeki gibi işini bilen ama gösterişsiz enstrüman hakimiyetleriyle birbirinden rol çalmaya çalışan, fakat kendi rollerini de unutmayan nitelikte. Sözlerde biraz daha karamsarlık sezilse de bunu kişiselleştirip kimsenin umursamayacağı biçimde dramatize etmiyorlar. O karamsarlığın yaratıcılığından beslenen yanlarını dinleyene duyurabiliyorlar.

"Tekrar güneşi görebilmek için yağmuru takip ederim" dedikleri enfes Follow The Rain'in yanında Wake Me Up, Seeker, Gladiator, Rainbow, Indian, Angel, Oko Town ve Garden hemen kucaklarını açtı ki bu da 9 şarkılık normal bir albüm eder. Geri kalanları da bu şarkılara çok iyi eşlik eden eş dost olarak görebiliriz. Albüm için materyal sıkıntısı çekmedikleri anlaşılıyor. Belki de zulalarında daha birkaç albümlük malzeme vardır. Tabii bunları arayı soğutmadan kullanmak onların tasarrufu. Oko Town'ı 2014 sonbaharında çıkarsalar yine yalar yutardık. Birilerini özlemek için uzun aralar gerekmeyebiliyor. Ama o uzun aralar bize o birilerinin özlenecek kadar değerli olup olmadıklarının solo testini uygularlar çoğu zaman. Sanırım 77 Bombay Street için durum biraz farklı. Çok uzağa gitmemişlerdi ne de olsa...

1. Follow The Rain
2. Planet Earth
3. Wake Me Up
4. Low On Air
5. Garden
6. Oko Town
7. Clown
8. Angel
9. Seeker
10. Indian
11. Rainbow
12. Gladiator
13. Johnny
14. Gotta Get Home

3 Mart 2013 Pazar

The Fuzz Drivers - The Fuzz Drivers


Portekiz'den fado ve futboldan daha fazlasını beklemek pek mümkün değildir. Arada iyi filmler de çıkar. Marcelo (vokal), Duarte (davul), João (bas) ve Sérgio (gitar) adındaki dört Portekiz evladının 2010'da kurduğu The Fuzz Drivers'ı bir blind test ile dinletip "bil bakalım bunlar hangi tarlanın soğanı" deseler Portekiz cevabı aklıma en son bile gelmezdi herhalde. Amerika, İngiltere, olmadı Avustralya diye yanlış cevap verirdim. Portekiz bizi pek alıştırmadı böyle işlere. Nedense gitar, davul, bas, vokal karesinin şahane uyumundan taş gibi bir klasik rock elde etmeyi latinlere sıklıkla reva görmeyiz. Santana'dan, Sepultura'dan aldığımız dersler farklıdır. Çünkü klasik namına Black Sabbath'dan, Deep Purple'dan, The Allman Brothers Band'den feyz almış ve bunu sapına kadar müziğine aktarabilmiş çok fazla "companheiro"ya kendi adıma rastlamadım. Her işin bir ilki var. Benim için bu işin ilkinin adı da The Fuzz Drivers oldu pek sevindim.

The Fuzz Drivers'ın aynı adlı debut içinde yer alan dokuz şarkısı kalite adına her şeyi özetliyor aslında. Blues köklerinden sağlam ağaçlar yetiştirmesini bilen, sertliğinden taviz vermeden dramatik havalar estirebilen, kaos içinde bile soul yönünü yansıtabilen, dersine son derece iyi çalışmış, bu yüzden karnesindeki ilgili haneye bir 5, 100 veya Pekiyi'yi sonuna kadar hak eden The Fuzz Drivers müziği, biliyoruz ki hiçbir zaman esasen The Fuzz Drivers müziği değildi. Sadece haklarında yazılan eleştiri yazılarının bazı satırlarında blues bağları güçlü hard rock ve klasik rock duayenlerinin izinden başarıyla gitme potansiyeline sahip oluşlarıyla önem kazandılar. Yani The Fuzz Drivers gibi lezzetli gruplar yepyeni birşey icat ettikleri için değil, daha önce icat edilmiş olanı kendi çaplarında biraz daha yüceltebildikleri, ustalarını iyi anladıklarını ve önlerinin açık olduğunu ispat ettikleri için iyiler. Yoksa vasat şarkılarla, uyanık stüdyo numaralarıyla geçmişi taklit ettikleri için değil.


Her ne kadar grubu şarkı şarkı incelemek ekstra birşeyler kazandırmayacak olsa da dokuzda dokuz yaptıkları gün gibi ortada sanki. Shine, Into The Sun, White Lies, Carved Time, The Poet and The Thief ilk etapta kalpleri fethetmeye aday kanımca. Ama dediğim gibi şarkıların hepsi ayrılmaz bir bütünün parçaları. Birini çıkarsanız yokluğu hissedilecek ya da bir şarkı daha ekleseniz ahenk bozulacak gibi. Böyle albümler sertliklerini adam gibi dile getirişleri ve aynı zamanda iç taraflara hitap eden sağduyularıyla bana her zaman ağız dolusu sövmenin veya dobra olmanın getirdiği rahatlama duygusunu vermiştir. Grup herhangi bir şarkısına başladığında onu nereye götüreceğine dair çok emin fakat aynı eminliğe dinleyenin sahip olmasını istemiyor, kendini akışa bıraksın diyor ki bunda çok da başarılı. Böylelikle grubun bu seviyeye hangi yollardan geçerek geldiğini kısa pasajlarla, sololarla, çığlıklarla, bluesy olgunluklarla aktarabildiği gibi, sertlikten doğan müthiş bir rahatlık ve kendine güveni de dinleyicisine iletebiliyor.

Led Zeppelin, Black Sabbath, Deep Purple gibi ağababalar her yeni ve ateşli grubun idolüdür. Onlar dokunulmazdır, başkalarıyla doğrudan karşılaştırılmaz, üzerlerine aptalca yorumlar yapılamaz. Çünkü bereketli tarlalarda yetişen blues müziğin sertleşme evresi olan rock namına ne varsa kuralları ve kuralsızlığı zamanında onlar koydular. Bu sayede alttan gelen nesiller için benzersiz oyun alanları, kendini ifade şekilleri, daha ileri taşıma, yükseltme cesaretleri oluşmaya başladı. Ben The Fuzz Drivers'ı dolaylı olarak onlardan yapıcı biçimde etkilenmiş en başarılı yeni ekiplerden biri ilan ediyorum. Bu ağababaların mirasını devralmış Black Country Communion gibi ağabeylerin de birgün birşeyleri devretmek için bulacakları en uygun isimlerden birinin The Fuzz Drivers olduğuna inanıyorum.

1. Discordia Song
2. Shine
3. Eats Me Up
4. Carved Time
5. Mama Told You
6. Into the Sun
7. The Poet and The Thief
8. Until it Bleeds
9. White Lies