12 Aralık 2014 Cuma

The Grape and The Grain - The Grape and The Grain


2012'de Kingston / New York'ta kurulan The Grape and The Grain, 2014'ün en güzel hediyelerinden birisi. Dört kişilerken son dakikalarda perküsyon sorumlusu olarak Steven Markota'yı da resmen gruba dahil etmeleriyle beş kişi haline gelen The Grape and The Grain, blues tabanlı hard rock, hatta çoğu kez hard sınırlarını aşıp stoner rock atarlarıyla dikkat çekiyor. Bu kadarla sınırlı olmayan The Grape and The Grain müziği, artık giderek sıkıcı hale gelen Amerikan alternative rock etiketini enfes bir garage rock ruhuyla modifiye ederek gönülleri fethetmeye oynuyor. Birden fazla rock alt türünü biraraya getirerek ve bunu ölümcül şarkılarla yansıtarak zaten benimkini çoktan fethetti. Ben bir şey anlamadım, ille de referans diyenler için Clutch ve The Gaslight Anthem isimlerinin zikredildiğini söyleyelim. Fazla Amerikan bulduğum, beş albüm sahibi sıkıcı bir grup olarak The Gaslight Anthem'in The Grape and The Grain gibi çıtır bir grubun tırnağı bile olamayacağı iddiasını ortaya vicdansızca atarım. Ama Clutch tespiti çok yerinde olmuş. Birebir detaylı karşılaştırmalar sonucu varılmayan bu Clutch benzetmesini, sert blues kodlarını daha da sertleştirerek yer yer garage punk çiğliğiyle oturaklı hale getirmenin ruhani yakınlığı olarak algılamak gerek. Clutch abileri kendilerine bir veliaht arıyor olsalardı adaylar arasına The Grape and The Grain'i de katmaları yerinde olurdu.

Kendi uzun adlarını taşıyan ilk albümleriyle rock dünyasına sağlam bir adım atan, o adımı atar atmaz da koşmaya başlayan grup (ki bunu finansal veriler veya popülarite açısından söylemiyorum, zira onları henüz hiçkimse doğru dürüst tanımıyor bile), bazı Amerikalı gruplar için iltifat sayılması gereken "Amerikalı'dan çok İngiliz'e benzemek" sınıfına dahil edilesi bir oluşum. Çünkü Amerikalı'nın körü körüne enstrümana abanarak kendi sertliğini ifade ettiği, gerisini koyverdiği müzikal anlayışından farklı biçimde içine kimi zaman blues müziğin doğal getirisi bir soul sosu da katmayı yılların tecrübesiymiş gibi becerebilen gençler bunlar. Garaj çiğliğiyle, böyle klavyeli, nefesli, yanarlı, dönerli aranjman özenini yanyana mükemmel biçimde poz verdiren, sonra da onlardan en iyi kareleri çeken The Grape and The Grain'i daha özel gösteren de bu İngiliz benzerliği. İngiltere'den kötü müzik çıkmıyor mu, çıkıyor. Ama Amerika'nın rock müziği ayağa düşürme gayretleri sanırım daha fazla.


Grubun sözünü ettiğimiz ayrıcalıklı görüntüsünü palazlayan bir diğer mühim unsur da aynı zamanda gitar ve keyboard çalan, zaman zaman bas gitara destek çıkan solist Daniel Grimsland'in olağanüstü vokali. Önce şu şarkıda şöyle iyi, bu şarkıda böyle harika gibi örnekler vermek istedim ancak işin içinden çıkamadım. Yine de dayanamayıp Ghost örneğini vereceğim. Armonili vokal kısımlarını çıkarırsak sound olarak Rage Against The Machine'den izler taşıyan şarkıda sanki Zack de la Rocha'nın çığlıklarını duyuyor gibi oluyorsunuz diyeyim, gerisi gizemli kalsın. Simple and True'yu söyleyen adamla Ghost'ta çığlık atan adamın aynı kişi olduğuna inanmak, aslında genel olarak tam kadro The Grape and The Grain'e inanmakla aynı şey.

Açılışı yapan Burnt By The Sun, grubun sert blues karakteriyle ilgili acil bir fikir veriyor gibi görünse de, gümbür gümbür atmosferiyle The Devil and The DEA, albümün hep aynı düzlemde gitmeyeceği yönünde başka bir acil fikir daha veriyor. Albümün yaramaz çocuğu Twitch, neyini nasıl tanımlayacağımı tam kestiremediğim, "hard blues'n roll" diyerek içinden çıkmaya çalıştığım lezzette bir şarkı. Blues rock dediğimiz şeyin hakkını vermiş en baba şarkıların mirasını değil, alın terini yansıtan tam bir "Allahım, sana geliyorum!" şarkısı olan Lord I'm Coming Home, adamın içine daha 5. şarkıda öyle bir rock coşkusu yerleştiriyor ki, grubu daha güncel örnekler yerine daha eskilerden kalburüstü referanslarla tanımlama ihtiyacı doğuyor. The Hudson, Shoot You Down, Nobody Ever Broke Your Heart üçlüsünde olduğu gibi klasik blues'un o tekdüze boogie anlayışını modern bir dinamizm ile, özenli geri vokallerle süsleyerek revize ettikleri de oluyor. If God Is Love'da ise o klasik anlayışa sadık kalarak kendi ayarlarını çekiyor, gitarları ender rifflerle süslenmiş müthiş sololarla adeta dans ettiriyorlar. Hatta şarkı bitince oturduğunuz yerden sanki o tellere siz dokunmuşsunuz gibi tatlı bir yorgunluk hissediyorsunuz.

The Grape and The Grain'i belirli aralıklarla birkaç defa dinlemek, rock aleminde bazı noktalara yapılan 40 dakikalık yolculuklara benziyor. Her 40 dakika içinde başka şeyler keşfediyor, hali hazırda keşfettiklerinize daha çok bağlanıyorsunuz. Tabii genele hitap eden bir yorum değil bu. "Ben blues müziği sert sevmem" veya "blues rock diye geldik, punk çıktı" diye düşünenlerin süratle uzaklaşmaları gerekir. Çünkü The Grape and The Grain, karakterini sert gitarlardan, sert davullardan, Daniel Grimsland'in her yola gelebileceğini de gösteren sert vokallerinden alan bir grup. Ama bu sertliğin içinde dantel gibi işlenmiş öyle anlar mevcut ki, onların farkına varabilmek için kulakların bu hırçınlığa alışkın olması gerekir. Şayet öyleyse son yılların en heyecan verici rock albümlerinden biriyle karşı karşıya olduğumuzu gönül rahatlığıyla düşünebilir, dillendirebiliriz.

1. Burnt by the Sun
2. The Devil and the DEA
3. Twitch
4. The Hudson
5. Lord I'm Coming Home
6. Shoot You Down
7. If God is Love
8. Nobody Ever Broke Your Heart
9. Ghost
10. Simple and True

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder